Bu köşede iki haftadır sürdürdüğümüz “periyodizasyon” tartışmasını devam ettireceğiz. Zira Pazar günü Ankara’nın göbeğinde patlatılan bomba ve dün akşam barış istediği için yargılanan akademisyenlerin tutuklanması, yürüttüğümüz periyodizasyon tartışmasının bu haftaki ayağına tam oturan örnekler olarak değerlendirilebilir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, AKP hükümeti bir rejim kurucu iktidar, Erdoğan da bu yeni iktidarın lideridir. Burada rejim sözcüğüyle ifade ettiğimiz olgu da sadece anayasal ya da parlamenter sistem modeli değil, esasen Türkiye kapitalizminin siyasal çerçevesidir. Dolayısıyla, AKP/Saray rejimi Türkiye kapitalizminden azade ya da ondan ayrışık bir ontolojik alana oturmamaktadır.
Daha açık bir deyişle, bugün AKP/Saray rejiminin Türkiye’ye dayattığı başkanlık konusunda Türkiye burjuvazisinin bir itirazı ya da endişesi olmamasının ötesinde, hem kapitalizmin dünya ölçeğindeki yönelimi hem de Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçları, yürütmenin egemen hale geldiği başkanlık modellerini zorunlu kılmaktadır. Buradaki tek pürüz, eğer varsa, Erdoğan’ın bunu hayata geçirmek için başvurduğu yollardır. Ancak Türkiye kapitalizminin başkanlık hasreti, Erdoğan’ın aşırılıklarının yarattığı kaygıdan çok daha yaşamsaldır.
Dolayısıyla, AKP/Saray rejiminin başta yeni anayasa ve başkanlık konularındaki hamlelerinin engellenmesi, salt Erdoğan’ın hayallerinin suya düşmesiyle sınırlı kalmayacak, Türkiye burjuvazisinin planlarının da çöpe gitmesine neden olacaktır. AKP/Saray rejimine indirilen darbelerin, Türkiye sermaye sınıfının egemenliğinde hiçbir gedik açmayacağını düşünmek, saflık falan değil, bir tür ahmaklıktır.
Kuşkusuz, AKP ile Türkiye burjuvazisi arasındaki ilişki, sadece başkanlık konusuyla sınırlı ve ilgili değildir. Ancak başkanlıkta simgelenen yeni rejimin inşası, iktidar ile burjuvazi arasındaki ilişkinin dönemsel düğüm noktasıdır.
İşte bu nokta, bugün sol ve ilerici güçlerin neden AKP/Saray rejimine odaklanması, mücadeleyi bu başlıkta sadeleştirmesi gerektiği sorusunun ilk ve dolaysız yanıtını işaret etmektedir.
***
Peki, bu neden bir tartışma konusu olsun ki? Yani, bugün Türkiye’de AKP karşıtı mücadeleyi eksik ya da sınırlı bulmak, bu başlıkta odaklanmayı ve sadeleşmeyi reddetmek mümkün müdür?
Her şeyin mümkün olduğu Türkiye’de, elbette, bu da mümkündür.
Zaman zaman görüldüğü gibi, kimileri, AKP/Saray karşıtı mücadeleyi “düzen içi” bir strateji olarak değerlendirmekte, dolayısıyla AKP’ye karşı yürütülecek mücadeleye hep bir şeyler zerk etmeye çalışmaktadır.
Mesele bir şeyler zerk edilmesi de değildir. Ama zerk edilen şeylerin güncel siyasal mücadeleye en ufak bir katkısının olmaması bir yana, odaklanma ve sadeleşme ihtiyacını baltalamasıdır esas sorun.
Örneğin, AKP/Saray rejimi karşısında laiklik mücadelesini yükseltmekten bahsedersiniz. Hemen “tamam ama bizimki Kemalist laiklikten farklı olsun” denir.
Örneğin, Erdoğan’ın ülkemizi iç savaşa sürükleyen politikalarının karşısında barış mücadelesini güçlendirmek gerektiğini dile getirirsiniz. Hızla “barış ama hangi barıştan söz ettiğimiz de belirgin olsun” denir.
Daha da komiği, bu örnekteki tarafların, bir yandan da birbirine düşmanlık beslemesidir. “Laikliğin şucusu bucusu olmaz, dümdüz laiklik yeterli” diyenler, aynı dolaysız tutumu barış konusunda sergilememek için bin dereden su getirir mesela. Ya da “barış için ilave bir açıklamaya gerek yok, sadece barış demek yeterli” diyenler de laiklik dendiğinde başına bir ilave getirmek için çabalarlar.
Sonuçta, kısır tartışmalar, saatler süren toplantılar, bitmek bilmeyen yazışmalardan geriye, orasından burasından çekiştirilmiş, doğrudanlığı ve keskinliği sulandırılmış, dolayısıyla devrimci politik hamle niteliği emilip sönümlendirilmiş “bildiriler”den başka bir şey kalmaz.
Oysa devrimci pratik, somut hedefe indirilen sert ve kesin darbeden ibarettir.
Ve bu hedef, hem tarihte hem de teoride, düzenin siyasal çerçevesinden başkası değildir.
Düzen ile siyasal iktidar arasındaki ayrım, çoğu zaman teorik, hatta analitik bir ayrımdır. Türkiye’de ise, AKP/Saray rejimi ile sermaye düzeni arasındaki açıyı “tespit etmeye” ve bu tespite dayanarak AKP/Saray rejimine karşı mücadeleyi “düzen içi” olmakla etiketlemeye meraklı bir kesim var. CHP veya HDP söz konusu olduğunda, bunların birer düzen partisi olduğunu söylemeyi bir an olsun aklından çıkarmayan bu kesim, nedense AKP’nin de bir düzen partisi olduğu, dolayısıyla AKP/Saray rejimine karşı yürütülen mücadelenin doğrudan doğruya Türkiye’deki sermaye egemenliğine karşı yürütülen mücadele olarak anlam kazandığı gerçeğini her defasında unutuverirler.
Dünya tarihinde, bir siyasal çerçeveye ihtiyaç duymamış, salt sermaye egemenliği olarak ayakta kalmayı başarmış bir kapitalist düzen nasıl olmamışsa, ülkedeki siyasal iktidarı devirmemiş, mücadelesini siyasal iktidara karşı yürütmemiş bir başarılı devrim de olmamıştır. Gerçek dünyada, gerçek koşullar altında, gerçek bir politik mücadele yürütmek, ancak bu ikisi arasındaki bağlantıları ve iç içeliği görerek, mücadelenin hedefini rejimin somut siyasal çerçevesine yönlendirerek mümkündür.
Rus devrimcileri, bu yüzden, öncelikle işadamları derneğini değil, Kışlık Saray’ı topa tutmuş ve ele geçirmiştir. Türkiye’nin devrimcileri de, eğer AKP’den kurtuluşu bir sosyalizm mücadelesi biçiminde kavrıyorlarsa, AKP rejiminin kalesi haline getirilmiş Saray’ı hedef almak durumundadır.
O halde, AKP/Saray karşıtı mücadele, ne afra tafrayla iddia edildiği gibi “düzen içi” bir stratejidir, ne de sosyalizmden umudu kesip daha azına tamah etmiş bir gerilemedir.
Türkiye kapitalizminin gerici ve faşist siyasal çerçevesine saldıran devrimci hamlenin ta kendisidir.