Yaklaşık çeyrek yüzyıldır Avrupa’nın Doğu Avrupa’daki gerici siyasetinin üssü olan Polonya, gericilikte ve demokrasi karşıtlığında sınır tanımayarak Avrupa’nın da başına bela olmaya başladı. Sürecin sonunda bir restorasyon gelir mi?
Polonya tarihi trajik paradokslarla doludur. Fransız Devrimi’nin Polonya’ya ileri hamle yaptırdığı bir dönemde, ülke Avrupa’nın üç büyük monarşisi; Avusturya, Rusya ve Prusya tarafından üçe bölünerek yaklaşık 100 yıl boyunca tarihten silinmişti. Ekim Devrimi sonrasında Bolşevikler Polonya’nın bağımsızlığını tanımışlardı. Polonya ise Belarus’un neredeyse tamamını ve Ukrayna’nın yarısını işgal ederek Bolşeviklerin bu jestine haince bir yanıt vermişti.
İkinci Dünya Savaşı’nda ise tam bir trajedi yaşandı. Günümüzde 38 milyon nüfusa sahip olan Polonya, Nazi işgali sırasında 6 milyon vatandaşını kaybetti. Yarısından çoğu Musevi’ydi. Bu trajedenin paradoksal yönü ise Polonya’nın hemen hemen tamamıyla homojen bir nüfusa sahip olmasını sağlamış olmasıdır. Nazi işgali sonrası Polonya Musevi nüfustan “temizlenmiştir.” Nitekim, din; yani Katolik Kilisesi, Polonya milliyetçiliğinin en önemli sac ayaklarından biridir. Protestan Prusya ve Ortodoks Rusya arasında sıkışan Katolik Polonya, Polonya gericiliğinin en önemli can damarıdır.
Bu damar özellikle reel sosyalizm döneminde Batı tarafından büyük destek gördü. Polonyalı Karol Jozef Wojtyła’nın II. Jean Paul adıyla Papa seçilmesinin ardında bu desteğin varlığı yadsınamaz. Vatikan 1980’lerdeki karşı devrimci hareketin en önemli destekçisi olarak bilinir. Polonya özelinde Katolik Kilisesi karşı devrimin barınağıydı.
Abartılı bir muhafazakarlık ve hatta Avrupa değerleriyle uyuşmayan bağnaz dinciliğine rağmen, Polonya 1990’lı yıllardan sonra da Batı’nın gözbebeğiydi. Adeta “komünizm sonrası” dönemin gözleri kamaştıran başarı hikayesiydi. Polonya’da ardı ardına açılan Batılı markaların fabrikaları Polonya’nın Batı ekonomisine sunduğu en önemli kaynağı değerlendiriyordu: Ucuz emek! Üstelik, Polonya’nın ucuz emeği sadece Polonya’da değil, başta İngiltere ve Almanya olmak üzere AB ülkelerinde de değerlendirildi.
Dahası, Polonya dış politikada da her daim emperyalizmin elini hafifleten bir görev adamı rolünü oynamıştır. CIA gizli hapishanelere ihtiyaç duyduğunda yardımına koşmuş, NATO Rusya’ya karşı yeni savunma kalkanı oluşturmak istediğinde gönüllü olarak savunma kalkanına topraklarını açmıştır.
Nerede bir emperyalist işgal varsa, ilk destek Polonya’dan gelmiştir. Hatta Gürcistan’da, Çeçenistan’da ve özellikle Ukrayna’daki Rus karşıtı odaklara ilk elden destek vermiştir.
Batı’nın bu sadık ve parlak dostu son dönemlerde, özellikle Ekim ayından bu yana yaramazlık yaptığı için Batı’nın tepkisini çekiyor. 2001 yılında kuruluşunun hemen ardından 2005’te iktidar koalisyonunda yer alan PiS (Prawo i Sprawiedliwość: Hukuk ve Adalet Partisi) o dönem iktidarda sadece iki sene kalabilmiş ve bu süre içerisinde Batılı ülkelerden özellikle dış politikadaki uygulamalarıyla yoğun tepki almıştı. PiS yöneticileri en temel diplomatik teamülleri hiçe sayıp yeri geldiğinde Almanya’ya atarlanıyor, yeri geldiğinde Rusya’ya karşı gider yapıyordu. Batı’nın Rusya ile bağlarını koparmadığı zamanlarda bu hareketler affedilemezdi. Nitekim, iki sene iktidarda kaldıktan sonra yerini farklı bir sağ-muhafazakar koalisyona bıraktı. Fakat, geçtiğimiz Ekim ayındaki seçimlerde tek başına iktidar olmayı başardı ve yeni hükümetin kuruluşundan bu yana geçen iki aylık süre içerisinde bile Polonya siyasetinde ses getiren uygulamalara el attı.
Anayasa Mahkemesi’nin bağımsızlığını kaybetmesine yol açan yeni düzenlemelerle, Polonya liberal Batı’nın oklarının hedefi haline geldi. PiS’in, muhazakarlığın en temel siyasi programı olan kadınların çalışma hayatından çok ev işlerine yönlendirilmesi, kürtajın hayat tehlikesi durumunda bile yasak olması, homoseksüel evliliğin yasaklanması ve Katolik Kilisesi’nin mutlak dokunulmazlığı gibi konularda bağnazlığı çoktan beri biliniyordu. Fakat, son uygulamalar ve AB karşıtı bir retorik hem dışarıda, hem de içeride tepkiye neden oldu. Öyle ki, karşı devrimin mimarı Lech Walesa bile sessiz kalamayarak PiS iktidarının Polonya demokrasisine çok büyük zarar verdiğini ifade etti. Geçtiğimiz hafta Polonya’da düzenlene gösterilere ellerinde Polonya ve AB bayraklarıyla meydanlara çıkan göstericiler Polonya’nın AB’den uzaklaşmasını protesto ettiler.
Peki bu gösteriler, protestolar PiS’i etkiler mi? Diğer ülkelerde bir türlü gerçekleşemeyen restorasyon ileride Polonya’da gerçekleşir mi?
Rusya’da Putin, Türkiye’de RTE, Macaristan’da Orban özelinde Doğu Avrupa’da artık bir tarz haline gelen “neo-liberal otoriter yönetim”in özde üretim ilişkilerine bir zarar vermediğini, hatta üretim araçlarına sahip olan sınıfın elini daha da güçlendiriğini biliyoruz. Üstelik de Avrupa’nın yeniden kutuplaştığı bir dönemde bazı riskleri almanın hiç de gereği yok.
Rusya’ya karşı olduğu müddetçe, herhangi bir şekilde işçi sınıfına göz açtırmadığı, ilericilere söz hakkı bile tanımadığı müddetçe, neo-liberalizmin bekaasını sağladığı müddetçe Polonya’nın “AB’nin demokratik değerlerinden uzaklaşması”nın bir önemi yok. Kendimizden biliyoruz...
Yani bu taraflarda da restorasyon beklemeyelim.
Not: Daha önce Sol Portal’da yayınlanan yazılarımı toplu halde şu adresteki blogumda bulabilirsiniz:
http://yugoslavyayazilari.blogspot.ba/