Kiev’de Maydan’daki ilk hareketlilik, bazılarınca “devrimci” bir kalkışma olarak tanımlanmıştı. Gezi ile analoji kuranlar az değildi. Aynı “Arap Baharı”nda olduğu gibi, Kiev’deki “devrimciler” de selamlanmıştı.
11 Kasım akşamı da Polonya’nın başkenti Varşova’da polisle göstericiler çatıştı ve üstelik “göstericiler” AB karşıtı bir söylem de kullanıyorlardı. Neyse ki, uluslararası haber ajansları bu haberi “Polonya’da neo-Naziler polisle çatıştı” manşetiyle verdiler. Yoksa “Varşova’da yeni bir Gezi” ya da “Polonya Baharı” haberiyle bu eylemleri de selamlayabilirdik. Olmadı.
11 Kasım akşamı, Polonya’nın Bağımsızlık Günü kutlamaları, neo-Nazilerle güvenlik kuvvetlerinin meydan savaşına dönüştü. 11 Kasım 1918’de, 123 sene boyunca Avusturya, Prusya ve Rusya boyunduruğunda kalan Polonya’nın yeniden bağımsızlığına kavuştuğu tarihtir. Aslında bağımsızlık günü yürüyüşü her sene yapılır ve adeta Polonyalı sağcıların gövde gösterisi yaptıkları bir gündür ve her 11 Kasım günü Polonyalı neo-Nazilerin de sokaklarda fink atması gayet de alışılmış bir durumdur. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin elinden çok çekmiş bir ülke olan Polonya’da, bilhassa Nazi işgali döneminde %81’i dümdüz edilen Varşova’da neo-Nazilerin varlığı biraz oksimoronik bir durum gibi görünebilir.
SSCB’nin çözülüşünün üzerinden neredeyse çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen günlük siyasî dilde anti-Sovyetizmin hâlâ alıcısının bulunduğu Polonya’da Nazilerin siyasî varlığı aslında hiç de şaşırtıcı değil.
Polonya dış siyaseti hâlâ anti-Sovyetik bir söylem üzerine inşa ediliyor. Anti-komünist mayayla pişirilen bu söyleme en çok sahip çıkan unsurun neo-Naziler olması şaşırtıcı değil. Son döneme kadar anti-komünist ve anti-Sovyetik söyleme neo-Nazilerin bu kadar sahip çıkması kimseyi rahatsız etmiyordu. Dönem dönem anti-faşistlerin çıkışları da ya güvenlik kuvvetlerinin girişimiyle bastırıldı, ya da güvenlik kuvvetlerinin gözetimindeki neo-Nazilerce…
SSCB’nin varlığının devam etmediği günümüzde anti-Sovyetik söylemin günümüzdeki hedefi ise Putin ve Rusya’dır. Putin ya da Rusya’nın her hangi bir hamlesi Polonya hükümeti tarafından “Sovyet tehdidi” olarak algılanıverir. Aslında öyle de algılanması gerekir. Yoksa 11 Kasım 1918 tarihinden bu yana bağımsızlığını koruyan ülkendeki NATO silahlarını, CIA kamplarını kendi halkına nasıl anlatacaksın? Nasıl anlatacaksın AB’ye ülkeni neden bu kadar kolay teslim ettiğini?
Lech Walesa’nın mirasını devralan sağcı Polonya hükümetleri, kendi bekaları için anti-Sovyetik, anti-komünist söylemleri diri tutmak zorundalar. Sadece söylemsel düzeyde kalmayan bu ruh hali, patolojik bir şekilde dış politikaya da bire bir yansıyor. Sürekli bir Rus işgali paranoyasıyla kurgulanan dış politika ne hikmetse ciddi derecede saldırgan bir hal almakta. Ekim sonunda yine “Rus ajanı” olduğu iddiasıyla tutuklamalar gerçekleşti, Kasım başında yine bazı askeri birlikler doğu sınırına kaydırıldı. Uzun zamandır başta Doğu Avrupa ve özellikle de Ukrayna, Moldova gibi eski SSCB toprakları olmak üzere, Dünya üzerindeki her hangi bir Rusya karşıtı hareketin ya da oluşumun en büyük destekçisi her zaman için Polonya olmuş durumda. Öyle ki, Saylonlular Mir Uzay İstasyonu’na saldırsalar, muhtemelen ilk müttefikleri Polonya hükümeti olacaktır. Bu saldırganlık bazen trajikomik bir hale bile bürünebiliyor. 2009 yılında Obama hükümetinin kararıyla daha önce Polonya’ya yerleştirilmesi tasarlanan radar sisteminin Malatya’ya kurulması kararı verilince, Polonya Devlet Başkanı Bronislaw Komorowski hiddetinden Obama’yı ihanetle suçlamıştı.
Neo-Naziler de gıdalarını Polonya’nın uyguladığı anti-Rus söylemden ve politikadan alıyorlar zaten. Sürekli bir dış tehdit, “öteki” üzerine inşa edilen bir ulusal kimlik faşistlerin arayıp da bulamadığı şeyler zaten. Yakın zamana kadar anti-Rus söylemi birlikte kurgulayan neo-Nazilerle Polonyalı sağcı hükümetler arasında hiçbir sorun yoktu. Fakat son dört yılda işler biraz değişti. Neo-Naziler son dönemde AB’ye sarmış durumda. Yanlış anlaşılmasın; AB’nin emek politikaları, dış politikası vs. ile hiçbir sorunları yok. Sorunları “Polonya’da yozlaşan kültür”!
İki dev, Rusya ve Almanya arasında yer almasının yüzü suyu hürmetine AB’ye kabul edildiğinden bu yana, Polonya AB’nin ucuz emek cenneti olmuş durumda. 40 milyonluk nüfusuyla İngiltere, Almanya ve Fransa’daki tesisatçılık sektörünün temel işgücü olan Polonyalı emekçiler, az ücrete çok çalışmalarıyla da takdir topluyorlar ve bunun farkında olan birçok büyük firma fabrikasını Polonya’ya taşımış bile. Polonya’nın kendi öz kaynaklarıyla inşa edilen otobanlardan vızır vızır Alman TIR’ları geçiyor. Fakat Polonyalılar ülkelerindeki yabancı sermaye varlığından oldukça memnunlar. AB ülkelerinde iş bulamayan Polonyalılar için bu fabrikalar bir velinimet! Azla tamah etmesini bilen, tevekkül gösteren işçilerin memleketi Polonya’nın, AB’nin en dindar ülkesi olduğunu belirtmeye de gerek yok sanırım. Gelin görün ki, işçilerin azla tamah etmesini, tevekkül göstermesini kolaylaştıran dinî mutaassıplık başka bir yerden patlayıveriyor!
AB de gay ve lezbiyen hakları gibi “ahlaksızlıklar”ın, dinsizliğin Polonya gibi “geleneksel değerlere sahip bir ülke”ye girmesinden, burada da kök salmasından sorumlu olarak görülüyor. Bu tarz ortalama bir faşist kafası Türkiye vatandaşlarının yabancısı olmadığı bir durumdur: “Batı’nın teknolojisini alalım, ahlakını almayalım” kafasının Polonya versiyonudur.
Polonya hükümeti hâlâ olayları çıkaranların holiganlar olduğunu savunadursun, Maydan’da iç savaş pratiği yaşayan ve daha da militanlaşan Polonyalı neo-Naziler bu enerjilerini akıtabilecekleri bir arena arıyorlar. Adolf Hitler’in yaptığı hatayı yineleyip de AB üzerine oynamazlarsa, akıllı uslu gidip Maydan’da, Lugansk’ta, Donetsk’te Ruslara karşı gönüllü savaşırlarsa, hatta daha da güzelini yapıp ÖSO saflarında da yer alırlarsa “devrimci” olarak selamlanabilir bile!