1) Kapitalist devletler ve provokasyon örgütlemek...
Burjuvazinin iktidarını seçimle koruması kural değildir. Haddi zatında kural olan, işlerin sadece sandıkla yürümediğinin devlet içi birimlerde bir eğitim konusu olmasıdır.
Latin Amerika ve Asya ülkelerinden yüzlerce örnek verilebilir. CIA kontrolünde şekillenen kontrgerilla güçlerinin ilerici halk örgütlenmelerine, sosyalist güçlere karşı tasarladığı... yüz binlerce ışığı söndüren provokasyonları biliyoruz. O kadar uzağa gitmeye gerek yoksa 1977 1 Mayısı'nı, Maraş'ı, gerilla kıyafetleriyle Kürt köylerine girip katliam yapan JİTEM üyelerini, içine bomba konan termosla parka yollanan, yaksın diye eline bayrak verilen küçük çocukları hatırlayabiliriz... Provokasyon varsa arkasında devlet vardır...
2) Lakin bir başkalık göze çarpıyor; AKP iktidarı “yeni bir rejim” inşasına girişirken, aynı zamanda bir ittifaklar bileşkesi olan kapitalist devlet yapısının iliklerini de çözdü. Buna karşılık yeni bir kıyafetin düğmelerini ilikleyebilme maharetinden yoksun olduğunu da görüyoruz. Argo tabiriyle “çatalı görünen” bir devlet örgütlenmesiyle, usta olmayan eller, basiretsiz provokasyon güçleriyle karşı karşıyayız. Bu söylenen şüphesiz “ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” diyen “sade vatandaş”ların da kendine en az bizim kadar dikkat etmesi gerektiği anlamına gelmektedir...
3) Nitekim altı gün önce Ağrı'da yaşanan çatışma da, küfürlü belgeleriyle bile ispatlanabilecek durumdadır ki, bir AKP-TSK provokasyonudur. Gelgelelim Ağrı'daki deneme de yakın zaman örneklerin benzeri bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Eski devlet yapısının büyük ölçüde çözüldüğü son yıllarda ortaya atılan Kabataş, Dolmabahçe Camii yalanlarında, “4 tane adam gönderirim 8 tane füze attırırım” diyen MİT'çi Hakan Fidan'ın deşifre olmasında ve başka denemelerde de görüldüğü gibi; AKP iktidarı yönetme ve yönlendirme yeteneğini büyük ölçüde yitirmiş, devlet bütünlüğünü sağlamakta zorlanmıştır.
4) Bu tablo kuşkusuz AKP'nin başarısız olduğu provokasyon alanını terk edeceğine işaret etmiyor. Bilakis önümüzdeki dönem daha çok saldırganlaşacağı, “kural dışı” davranacağı, hukuka aykırı yöntemleri daha fazla kullanacağı genel kanıdır ve bize göre de öyledir. Neticede AKP'nin ikna ve temsil etmeyi hedeflediği kütlenin, rüşvet ve hırsızlık kayıtlarını dinlediği Erdoğan'ı kısa süre sonra terfi ettiren bir at gözlüğüne ve vicdan körlüğüne gönül verdiği bir vakıadır. Ve yobazlık... bu partinin bir üstünlüğü olarak sezilmektedir.
5) Öte yandan, AKP'nin iktidarsızlığının da belirtisi olan “kışkırtma ve kullanma zaafı” solumuzda iki türlü yoruma (tahlile) argüman olmaktadır. Bu yorumlardan birincisi gerçek dayanakları olan bir tespitle, burjuva sınıfın ve emperyalist güç odaklarının (üst akıl) durumun (eksikliğin) farkında olduğu ve bir yenilenme hazırlığı yaptığı fikrine dayanmaktadır. Kuruntu diyen de olabilir ama bize göre tahlilin saptırıcı olan yanı, “üst akıl”ın ortaya çıkan politik boşluğu doldurarak yoluna devam edeceğini salık vermek ve AKP'ye karşı görünen tüm etkili gelişmeleri “üst akıl”ın inisiyatifine bağlamaktır. Yorumun sahipleri AKP'nin gidici olduğunu söylemekte ancak kendilerini bir alternatif olarak görmemektedir. Bu haliyle sol hareketi siyasetsizliğe, korunmacılığa ve küçülmeye ittiği de tartışmasızdır.
İkinci tahlil ise; “üst akıl” meselenin farkında ve harekete geçmiş olsa dahi, ortaya çıkmış olan büyük siyasi boşluğa odaklanmakta, düzenin sıkışmasına karşı sosyalist bir müdahaleyi, alternatif yaratmayı, devrimci mevziler kazanmayı ve AKP'yi çökerten gelişmeleri yönlendirme iddiasını (cesaretini) öne çıkarmaktadır.
Güncel, geliştirici ve devrimci olan ikincisidir...
6) Yaşanan provokasyonun, “tahkim edilmiş ateşkes” olarak adlandırılan son birkaç aylık denemenin başarısızlığını gösterdiği açıktır. Fakat Ağrı'dan sonra “çözüm süreci”nin başarıya ulaşmayacağının anlaşıldığı, diğer bir deyişle “bittiği”ni söylemek doğru olmakla birlikte gecikmiş bir saptamadır.
Mart 2013'te başlatılan “son çözüm süreci”nin, ilan edildikten birkaç ay sonra sonlandığı söylenebilir. Sürecin bittiğinin PKK liderleri tarafından aylar önce açıklandığını ve bu baharda başlayabilecek bir savaş için bütün hazırlıkların yapıldığını biliyoruz. AKP'nin Kürt sorununu çözmek değil “Yeni Osmanlı” projesinin ittifak zeminini güçlendirmek ve meşruiyet alanını genişletmek için “barış” vaveylasıyla endam ettiği de daha önce yazıldı.
Dolayısıyla Kürt barışının kaderi; AKP'nin hegemonya şevkini berhava eden Haziran isyanı, Suriye yenilgisi ve Rojava gibi kırılmalarla belirlenmiş, düzlem değişmiş, süreç zaten bitmiştir.
2013 sonbaharından sonra bütün yaşananlar, bitti-bitmedi açıklamaları, iyi niyetli girişimler, Dolmabahçe'de ortak toplantı, silahlar bırakılıyor söylentileri vesaire... yeni bir siyasal denklemin oluşacağı beklenen ara dönemdeki top çevirmelerden, oyalanma sürecinin doğasına içkin taslaklardan ibarettir.
7) Bu nedenle Ağrı provokasyonunun, genel olarak “çözüm süreci”yle ilgili olmaktan çok, özel olarak HDP'nin barajı aşmasının engellenmesiyle ilgili olduğunu düşünmek daha doğrudur.
AKP'ye karşı olanların ve müdahale etmek isteyen güç odaklarının (Erdoğan'ı istemeyen AKP'liler dahil) HDP'nin barajı aşmasını arzu ettiği iddia edilebilir. Fakat bu öngörüde mimlenen arzu; HDP'nin barajı aşmasının ülkedeki siyasal tablonun bir sonucu ve kendi eseri olacağı gerçeğini değiştirecek, yani “aşamayan HDP'yi aşırtacak” bir yetkinliğe ve ağırlığa sahip değildir. Üstelik HDP'ye oy vereceklerin “üst akıl”ın tuzağına düştüğü değerlendirmesini haklı çıkarmaya da yetmemektedir.
8) Bununla birlikte, HDP'nin barajı aştığı veya aşmadığı koşulda Türkiye'deki siyasal dengelerin değişip, farklılaşacağı ve sonucun AKP'nin planlarını etkileyeceği kolayca tahmin edilebilir. Tam da bu nedenle AKP'ye hakim olan akıl, HDP'nin barajı geçmesini istememekte ve engelleyici olabilmek adına daha kötülerini de görebileceğimiz provokasyon denemelerine başvurmaktadır.
Melih Gökçek bu yaklaşımı, “HDP'nin barajı aşması, Türkiye'nin istikrarına vurulan bir darbe olacaktır” sözleriyle bir güzel özetlemiştir.
9) AKP'nin gerileme döneminin özelliklerinden biri, bu partinin ittifak unsurlarının da farklılaşmış olmasıdır. AKP-Erdoğan iktidarı, Birinci Cumhuriyet ideolojisine bağlı siyasal-toplumsal güçlere (TSK dahil) saldırdığı ve bu odakları dağıttığı (yönsüzleştirdiği) yükseliş döneminde, emperyalizmin ve geleneksel burjuvazinin tam desteğini almış, Cemaat'le, liberal solcularla debdebeli bir işbirliği sağlamış ve Kürt hareketinin olurunu garantileyerek hareket etmiştir.
Ancak AKP bugün (gerileme döneminde); emperyalizmin ve geleneksel burjuvazinin tedbirli yaklaştığı, Cemaat ve liberallerle işbirliğinin bozulduğu, Kürt hareketiyle birlikte basıp güçlendiği politik zeminin tükendiği, buna karşılık olarak satın aldığı liberaller ve Birinci Cumhuriyet'in kimi sağ unsurlarıyla ittifak aradığı bir siyaset alanında hareket etmektedir.
10) Buradan hareketle şu da eklenebilir: PKK ve TSK arasındaki çatışmaların konjonktürel olduğu ve AKP'nin Kürt hareketiyle gelecek dönemde anlaşarak, barış içinde yürüyeceği tezi mutlak değildir ve seçim sonrasında ortaya çıkacak sonuca (HDP'nin Meclis'e girmesi) göre boşa düşme olasılığı yüksektir.
Kürt hareketinin faydacı siyasi karakteri, bölge ve ülke siyasetinde ulaştığı konumdaki kırmızı çizginin “özerklik” ve “Rojava'nın tanınması” olarak belirlenmiş olması, emperyalizmin AKP ile kuracağı ilişkinin son halinin ve biçilecek rolün henüz belirgin olmaması ve zayıflayan bir AKP'nin Kürtlerin taleplerini karşılamakta zorlanacağı gerçeği; iki öznenin uyumlu hareketinin koşullarını da önemli ölçüde ortadan kaldırmaktadır.
Sonuç olarak, seçimden sonra bir “çözüm süreci” gündeminin oluşamayacağı, müzakere masasında değil mücadele sahasında üstünlük aranacağı bir yeni dönem varsayımı hiç de yabana atılır değildir...