Günümüzde çoğu toplumsal sorunun çözümü konusunda yürütülen soruşturmada örtük ya da açık biçimlerde öne çıkan bir ihtiyaç var: Radikallik arayışı. İçinde debelendiğimiz ve giderek bir sakız gibi uzayıp sinir bozucu olmaya başlayan onlarca sorunun çözümünde köktenci, bütüncül ve bir kopuş uğrağını da barındıran radikal yollar aranıyor.
Bir sözcük olarak “radikal”, insanı hayrete düşürecek kadar geniş bir anlama sahip. Düşüncelerinden asla taviz vermeyen insana da, toplumsal ya da bireysel sorunlarını sertlik içeren yöntemlerle çözmeye çalışana da, akla hayale sığmayacak önerileri olup da etrafında şaşkınlık yaratana da “radikal” dendiği oluyor. Siyaset alanında da “radikal” dendiğinde, genellikle keskin, fazlasıyla sivriltilmiş ya da doğrudan şiddet içeren düşünceler ve eylemler radikal olarak adlandırılıyor. Önerilen bir siyasal projenin gerçekleşme ihtimalinin zayıf olduğu düşünüldüğünde, hadi diyelim ki biraz “ütopik” bulunduğunda da “radikal” tanımlaması kullanılıyor.
Oysa “radikal” sözcüğünü bir sıfat olmaktan çok, felsefi bir kavram kullandığımızda ya da bağlı bulunduğu düşünce sistematiğinin bir görünümü olarak kavradığımızda, yukarıdaki tanımların yetersiz olabileceği de görülebilir. İnsanlık tarihinin en radikal düşünce sistemi sayılabilecek Marksizmin, kimi çevreler tarafından “radikal” olmamakla eleştirilmesi, biraz “nazik”, “kitabi”, “saygın” ve “kibar” bulunması, bu nedenle şaşırtıcı değil.
Zira Marksizm açısından radikal olmak, bir tarz ya da üslup meselesi olmaktan çok, derin bir felsefi sorgulamanın ve kapsamlı bir düşünsel sistematiğin parçası ya da sonucu olarak ortaya çıkan bir bilinçlilik biçimidir. O halde, Marksizm öncelikle tarz ya da üslup olarak değil, kategorik olarak radikaldir.
Her şeyden önce, Marksizmin kuramsal yapısının temelinde şu ya da bu toplumsal sorunun incelenmesi ve çözümlenmesi değil, toplumsal yapının bütünsel olarak ele alınması bulunur. Marx’ın ve ardından gelen Marksist düşünürlerin gözünü diktiği, tekil sorunsallar, toplumsal ilişkilerin belirli bir kesiti ya da özgül bir zamansal uğrak değil, bir bütünlük olarak toplumun kendisi olmuştur. Bu “bütünlük olarak toplum” anlayışı ise, diğer başlıkları önemsizleştirmek için değil, tüm başlıkların içerisine alınıp bağlantılandırılacağı, her bir tekil sorunun sistemin bütünüyle ilişkilendirilerek çözümleneceği bir kuramsal genişlemeye hizmet etmiştir. Sonuç, genişleyip kapsamı yaygınlaştıkça düşüncenin alabildiğine “radikalleşmesi” olmuştur.
Bu açıdan bakıldığında, Marksizmin kategorik olarak radikal olmasının, her şeyden önce sahip olduğu bütünsellik kavrayışıyla ilgili olduğunu söylemek mümkün. Bu bütünlük, toplumsal yaşamın her bir tekil görüngüsünün bir bütünlük içerisinde var olduğunu, ancak bu bütünlük içerisindeki yeri sayesinde kavranıp çözümlenebileceğini ifade eder. Dolayısıyla, sonucu söz konusu bütünlüğün ortadan kaldırılmasına ya da yıkılmasına ermeyen hiçbir siyasal ya da ideolojik proje, Marksistler açısından yeterli sayılamaz.
Marksistlerin “modern toplumun çoğul karakterine” ilgisiz davrandıklarını ya da devrim dışında her şeyi önemsiz bulduklarını söyleyenler de, esas olarak bu noktayı gözden kaçırırlar. Örneğin iklim krizinin Marksist siyaset açısından kıymeti olmadığını söylemenin akıl alır bir yolu yoktur elbette; birçok başlık gibi çevrenin tahribatı ve sermaye tarafından yağma edilmesi de Marksistlerin gündeminde yer alır.
Ancak Marksizmin sahip olduğu bütünlük anlayışı, çevre sorunlarının kapitalizmin dizginlenemeyen vahşi kar hırsıyla alakalı olduğunu; bu “karlılık” ilkesini geçersizleştiren kökten bir dönüşüm olmadığı sürece, evinde daha az enerji tüketen ya da çöplerini yere atmayan bireylerin tekil çabalarıyla çevre sorunlarının önüne geçilemeyeceğini gösterir. Deyim yerindeyse, marksistler bu tür sorunlara ilgisiz değil, belki “doyumsuz” olarak nitelenebilir.
Marx’ın “radikal olmak, şeylerin köküne gitmek anlamına geliyor” sözü, tam da bu noktada açıklığa kavuşuyor olsa gerek. Yani Marx için, ele aldığımız tekil bir sorunun kökenlerini açığa çıkarmayan bir inceleme ve açığa çıkarılan kökenlere saldırıp yok etmeyen bir mücadele pratiği, kategorik olarak ılımlı ya da uzlaşmacı olmak durumundadır. Radikal olanın ilkesi, fiziksel saldırganlık ya da somut güç kullanımı değil, kuramsal/düşünsel ve pratik/siyasal köktenciliktir.
Bu söylenen, gerektiğinde fiziksel güç kullanımını reddeden bir “efendilik” hali değildir elbette. Marksizm devrimci bir yöntem olarak “zor”u tanımış ve devrimin “otoriter bir eylem” olduğunu teslim etmiş bir siyasal geleneğin parçasıdır. Ancak radikalliğin ölçüsü ne kadar “zor” kullanıldığı ya da otoriter eylemin ne oranda bir şiddetle ortaya konduğu değil, bu eylemlilik halinin ardında yatan düşünsel sistemin köktenciliğidir.
Tüm bunlarla tutarlı biçimde, Marksizm, kapitalist toplumun şu ya da bu sorununa angaje olmuş değildir; onun için esas sorun kapitalizmin bütünsel olarak ortadan kaldırılmasıdır. Örneğin, Marksizm açısından sorun çocuk işçiliğinin vahşi koşullarda sürdürülmesinden ibaret değildir; o çocukların sömürülmesine ilkesel olarak karşıdır. Ya da Marksizm, emeğin daha yüksek bir fiyatla ve daha uygun koşullarla satılması için değil, emeğin alınıp satılabilen bir meta olmaktan çıkarılması için mücadeleye çağırır. Mesela Marksizm kapitalizmin insanileştirilmiş bir biçimine fit olmaz, o kapitalist toplumsal ilişkilerin kaçınılmaz olarak sömürü ve eşitsizlik üreten yapısının temelden yıkılmasını önerir. Öyle ki Marksizm, sadece kapitalizmle değil, giderek tüm sınıflı toplum yapısıyla kan davası olan bir düşünsel sistemdir.
Demek ki, Marksistler açısından sorun, eylem tarzı ya da üslubundan ziyade, pratik olarak sergilenen siyasal mücadelenin kapsamlılığı ve bütüncüllüğüdür. Devrim ise, basit bir şiddet merakı ya da vandallık değil, bu “kökten” dönüşümü sağlayabilecek yegane yöntemdir. Devrimci mücadele sürecinde ortaya çıkacak “zor”un meşruiyeti de esas olarak bu siyasal ve toplumsal dönüşümün bütüncüllüğüyle sağlanabilir.
Bütün bunlardan, “radikal tutumu” düşünceye ya da teoriye indirgeyip, siyasal mücadeleyi “uslu uslu” yürütmek için gerekçe üretmek sonucu çıkarılmaz herhalde. Zira Marksizm açısından gerçek bir pratiğe dönüşmeyen, somut bir toplumsal varoluşa sahip olmayan düşüncenin geçerliliği de tartışma konusudur.
Deyim yerindeyse, Marksizm açısından radikal olmak, kuramda kavranan köktenciliğin, somut ve pratik bir tutum olarak sergilenmesini zorunlu kılmaktadır. Esas olan, biçimin içerikle, felsefenin pratikle, “zor”un meşruiyetle tutarlılığıdır. Bu tutarlılığı sağlamak, ancak diplere, köklere kadar inmekle mümkündür. Bu nedenle, “radikal olmak” meseleleri kökünden kavramak demektir. Bu nedenle, "radikal olmak" güç ya da cesaret kadar, bir bilinç de gerektirir.