Bir zamanlar 2 Temmuz katliamının yıldönümü vesilesiyle yapılacak bir ortak eylemin düzenlenmesi için bir araya gelen sol içi heyetin toplantılarına katılmıştım. Toplantıda birçok farklı sol yapının temsilcisi ile birlikte, yürüyüş güzergahından eylemde atılacak sloganlara kadar çeşitli başlıklar tartışıldıktan sonra, konu en önde taşınacak ortak imzalı pankartta ne yazacağına geldi.
Genel eğilim Sivas Katliamı’nın sorumluları ile AKP iktidarı arasındaki ilişkiye işaret eden bir slogan yazılması yönünde olsa da, bazı arkadaşlar buna şiddetle itiraz ediyorlardı. Onlara göre, pankartta AKP’nin adı geçmemeliydi. Çünkü AKP de herhangi bir burjuva hükümetiydi ve bizim AKP’den hesap sormakla sınırlı bir sloganımız olmamalıydı. Bunun yerine, burjuva düzenini tümden karşımıza alan, emek-sermaye çelişkisine vurgu yapan, dolayısıyla pankarta AKP’yi değil, emperyalizmi ve kapitalizmi hedefe koyan bir slogan yazılmalıydı.
İlk bakışta, dile getirilen iddiaların ne kadar devrimci ve radikal olduğu tartışma götürmez gibi görünüyor. Öyle ya, siz basitçe AKP hükümetini karşınıza alırken, onlar bütünüyle Türkiye kapitalizmiyle hesaplaşmayı savunuyordu. Siz Sivas Katliamı’nın sorumluluğunu öne çıkarırken, onlar emperyalizmi ve sermaye diktatörlüğünü işaret ediyordu. Deyim yerindeyse, siz yüzeysel bir bakışla hareket ederken, onlar en derin tarih bilinciyle ve kuramsal perspektifle yüzeyin altındaki görünmeyen gerçeklerden bahsediyordu. Böylesi bir bakış açısının içerdiği radikalizm, köktencilik ya da ortodoksi, tek kelimeyle göz yaşartıyordu.
Oysa işin aslı, maalesef böyle ve bu kadar kolay değil.
Sözde, söylemde, talepte olabilecek en uç noktaya kadar çekilmiş bir siyaset pratiği, gerçekler veya tarih karşısında sizi en devrimci ya da ortodoks yapmıyor. Siyaset, en alışılmamış, en put kırıcı, en akıl almaz talebi bulup ortaya koymak değil de, verili durumda rejimin en zayıf noktasını saptayıp, oraya yoğunlaşmış bir müdahalede bulunmak olarak tanımlandığı için, devrimciliğin, ortodoksinin ya da radikalizmin kıstası söyleminizdeki sertlik veya sivrilik olmuyor.
Esasında bu tür yaklaşımlar Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız bir eğilimin işareti olarak değerlendirilmelidir. Bir yanıyla kolaycılık olarak da niteleyebileceğimiz bu yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz: en “sol” söylemlerle en “sağ”, en “radikal” sloganlarla en “pasifist” siyasal konumlanışı meşrulaştırmak.
Kolaycılıktır, çünkü ülkenin ve dünyanın koşulları, sürekli değişen dengeler, her gün bir yenisine tanık olduğunuz gelişmeler, toplumda ve halkta gözlenen hareketlilikler gibi konulara sürekli kafa patlamanıza gerek bırakmaz. Sosyalizm, hatta komünizm, zaten elinizin altında, her an ve her koşulda masaya konmak üzere bekletilmektedir.
Ancak kolaycılıkla bitmiyor.
Burada ortaya çıkan daha büyük sıkıntı, sosyalist iktidar perspektifinin, sosyalizm hedefinin, devrimci mücadelenin, bir eylemsizlik çizgisinin, daha açık bir ifadeyle bir tür pasifizmin gerekçesi haline getirilmesidir.
Bu eylemsizlik çizgisi, bol kepçe bir ortodoksiyle de soslandığına göre, “radikal pasifizm” adlandırması daha doğru oluyor.
Evet, radikal olmasına radikaldir. Sözüne, söylemine, taleplerine baktığınızda, gözünüzü kamaştıracak bir ışığın parlaklığına sahiptir. Hatta, bir an hülyalara daldığınızda, aklınızın ve yüreğinizin en masum taraflarına hitap edecek kadar dokunaklıdır da.
Ama alabildiğine de pasifisttir. O radikal yüzeyinin ardına geçtiğinizde, size eylemsizliği, uzak durmayı, bulaşmamayı, “kendi işinizi” telkin etmektedir. Üstelik bunu da sığ bir kaçkınlıkla değil, mücadelenin en hasının zaten böyle olması gerektiğini iddia ederek yapmaktadır.
Tam da bu yüzden, radikal pasifizm bir tür korkaklık ya da temkinlilik değil, devrime ve sosyalizm mücadelesine dair bir bilinç bulanıklığı, bir bakış çarpıklığıdır. Radikal pasifizm, pratiğinin önerdiği eylemsizlik çizgisi ile dilinden dökülen radikal çağrılar karşılaştırıldığında, basbayağı bir sapmadır.
Ve elbette, tarihte görülen tüm sapmalar gibi, biraz da ütopyacıdır.
Marx’ın kendisinden önceki sosyalist düşünürlerin önerilerini “ütopik” olarak değerlendirmesinin temel nedeni, saflıkları, iyi niyetli olmaları ya da uzlaşmacılıkları değildir. Marx’a göre, onlar, en başta ve en çok sosyalizme götürecek maddi dinamikleri göremedikleri, dolayısıyla sosyalizm hedefini somut bir toplumsal gerçekliğe dönüştürecek kaynak ve güçleri saptayamadıkları için ütopyacıdır.
Marx açısından, ütopyacı sosyalistlerin ütopyacılığı, sosyalizmi toplumsal koşulların maddi gelişimiyle ve ortaya çıkardığı somut dinamiklerle bütünleştiremeyip, basitçe bir akılsal tasarım, yeri ve zamanı geldiğinde kendisini bir zorunluluk olarak dayatacak aklın kudretli ve karşı konulmaz yasası olarak kavramış olmalarındadır.
Dolayısıyla ütopyacı olmalarının nedeni, sosyalizm yerine başka talepleri dile getirmeleri değil, sosyalizmin nasıl hayat bulacağına, nasıl güçlenip gerçek bir toplumsal alternatif haline geleceğine, hangi güçlere ve dinamiklere dayanacağına hiç kafa yormayıp, sabah akşam sosyalizm terennüm etmekle yetinmeleridir.
Sosyalizm bir mücadele ve hedef olmaktan çıkıp, bir jargona, bir söyleme, bir sözel pratiğe dönüştüğü için, ütopikleştirilmiştir.
Radikal pasifizm, işte tam da bu ortak kanı nedeniyle, bir tür ütopyacılıktır.
Sosyalizmin ve devrimin tarihsel ve gündelik mücadeleler, programatik hedefler ve somut talepler, ilkesel tutarlılık ve siyasal esneklik; kısacası bilinç ve hareket arasında bütünlük gerektirdiğini kavrayamadığı ölçüde radikal pasifizm, hızla ütopyacılığa dönüşmektedir.
Yine de Marx, ütopik olarak adlandırdığı sosyalistlere sevgi ve sempatiyle yaklaşmış, en sert eleştirilerinde bile, üyopyacılıklarının o dönemin nesnel koşullarının kaçınılmaz sonucu olduğunu belirtmeyi ihmal etmemiştir.
Bizim ütopyacılarımızın ise, böyle bir gerekçeye sığınma şansı kalmamıştır.
Belki de bu yüzden, sığınabildikleri tek şey, pasifizmin radikal kisvesidir.