15 Temmuz’dan bu yana yaşananlara yüzeysel olarak bakıldığında, bırakın bir siyasal doğrultu oluşturmayı, neler olup bittiğini anlamak bile neredeyse imkansız oluyor. Kitlesel tutuklama ve gözaltılar, OHAL yetkisiyle çıkarılan ve doğru düzgün incelenmeye bile fırsat bırakmadan hayata geçirilen KHK’lar, belediyelere atanan kayyumlar, akıl sınırlarını fersah fersah aşan suçlamalarla susturulan basın organları; velhasıl bir fırtınanın içinde seyredermiş gibi sarsıcı ve baş döndürücü bir kaos haliyle karşı karşıya gibiyiz.
Oysa bu tablonun sadeleşmesi, sadeleştirilmesi gerekiyor.
Sadeleştirme için izlenebilecek yollardan biri, bütün yaşananları tek ve “üst” bir aklın operasyonlarına indirgemek. Bu tür bir çözümleme, siyasetten çok komplo teorileri alanına girdiği için bunun üzerinde fazla durmayacağız.
Öte yandan, sadeleştirme için başvurulacak bir diğer yol, çoklu ve parçalı hedefler ve eğilimler arasında bir hiyerarşi kurmak, cari ya da baskın yönelimi saptayıp temel konumlanışı bunun üzerine bina etmektir. Zira, burjuvazinin farklı fraksiyonlarının, iktidar ve muhalefet olmak üzere düzen partilerinin, toplumdaki siyasal güçlerin, uluslararası odakların tümünün yönelim ve eğilimlerini hiçbir boşluk bırakmaksızın tek bir noktaya indirgemek imkansız olduğuna göre, bu tür kaotik dönemlerde cari ya da baskın eğilimi saptamak, siyasal mücadelenin önceliklerini bu cari yönelime göre belirlemek en uygun ve sonuç alıcı sadeleştirme yolu olur.
Bu açıdan baktığımızda, 15 Temmuz’dan öncesine de uzanmakla birlikte, bugün Türkiye’deki cari ya da baskın yönelimin AKP/Saray Rejimi’nin, dikta yönetiminin, başkanlık sisteminin inşası ve buna karşı direnç geliştirmesi muhtemel tüm muhalefet unsurlarının temizlenmesi olduğunu söylemek gerekiyor.
Dolayısıyla, 15 Temmuz’dan bu yana işletilen iktidar pratiğini salt otoriterleşme gibi soyut olgularla ya da AKP/Saray Rejimi’nin güvenlik kaygısıyla açıklamak eksik olacaktır. Ortada olan şey, adlı adınca bir rejimin inşası, kurumsallaşması, resmiyet kazanmasıdır.
Eğer bu böyleyse, örneğin cemaatin devletten temizlenmesine odaklanmış bir bakışın kaçırdığı çok şey olacağı da bellidir. Zira yaşanan, cemaatin devletten değil, asıl olarak iktidar blokundan temizlendiği bir süreçtir ve sonuç olarak yeni iktidar blokunun nasıl ve kimlerden oluşacağı gündeme gelen başlıca sorulardan biri olmalıdır. Bu soru ve yanıtı önümüzdeki dönemin politik mücadelesine dair son derece önemli bir mahiyet taşımaktadır, çünkü cemaatin tasfiyesi sonrası oluşturulmaya çalışılan iktidar bloku, aynı zamanda rejimin inşasını üstlenecek olan bloktur.
Konunun şu açıdan da önemi vardır elbette: Bir iktidar bloku, sadece kadrolaşma temelinde anlaşılamaz; iktidar bloku sınıf fraksiyonları, siyasal özneler, bunların sahip olup masaya sürdüğü özel vizyonlar ve hedefler ekseninde kurulur. Dolayısıyla, cemaat sonrası iktidar blokunun kuruluşu, aynı zamanda yeni rejimin karakteri, hedefleri ve öncelikleri açısından da belirleyici olacaktır.
Şimdiye kadarki gidişata baktığımızda, ki bu gidişatın kendiliğinden değişmesi için herhangi bir neden görünmüyor, yeni iktidar blokunun üzerinde yükseleceği zemin şu unsurlardan mürekkep: Erdoğan’ın başkanlığı ile somutlanan bir diktatörlük, bu diktatörlüğü resmiyete kavuşturacak yeni bir anayasa, gericiliğin yasada ve toplum yaşamında hakimiyetinin pekişmesi, sıcak savaşı da bir seçenek haline getiren ve bölge pazarlarında Türkiye sermayesine yayılmacılık vaat eden bir dış politika, devletin ve milletin bekası retoriğiyle yükseltilen milliyetçilik ve hem içeride hem de dışarıda abanılan Kürt düşmanlığı.
İşte adına “Milli Mutabakat” denilen proje, “Yenikapı Ruhu” denilen ruh budur ve yeni iktidar bloku bu zemin üzerinde inşa edilmektedir.
Ve bu iktidar bloku, yarattığı “manyetik” çekimle, sadece AKP ve MHP tabanını, VP gibi düşkünleri değil, CHP tabanının ulusalcı kesimlerini de kendisine doğru çekmeyi, en azından kısmen, başarmaktadır. Kuşkusuz, bu sonuncusu, büyük bir tehlike olarak görülüp önüne geçilmesi gereken bir eğilimdir, ancak CHP yönetiminin bu tehlikeyi gördüğüne veya önlemeye çalıştığına dair hiçbir işaretin belirmediği de açık.
Sermaye sınıfının ise, OHAL ile yürütülen bu inşa sürecine köklü bir itirazı olacağını düşünmek için saf olmak gerekir. Varlık Fonu, zorunlu bireysel emeklilik gibi sermaye sınıfının yıllardır hayata geçmesini beklediği çeşitli düzenlemeler OHAL ve KHK yoluyla yerine getirilmekte, cemaatin temizlenmesi adıyla koca koca sermayelere el konulup başka gruplara devrinin önü açıklamakta, dış politikada yatırım ve yağma için yeni pazarlar açılması vaadi ağızları sulandırmaktadır. Sonuç olarak, AKP/Saray Rejimi’nin dikta inşası süreci, aynı zamanda sermaye fraksiyonlarının iç çelişkilerini şimdilik geri plana itmekte ve bunları iktidar bloku etrafında kenetlemeyi becermektedir.
Velhasıl, 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan ve yüzeysel olarak bakıldığında son derece kaotik bir manzara sergileyen gelişmelere, AKP/Saray Rejimi’nin, Erdoğan’ın başkanlığının, diktatörlük yönetiminin inşası ve bunun karşısında durması beklenen tüm muhalefet unsurlarının temizlenmesi merceğinden bakıldığında, tutarlı ve somut bir tablo çizmek mümkün hale geliyor.
Tabloyu bu biçimde sadeleştirmek ise, önümüzdeki dönemin mücadele kurgusunu ve önceliklerini saptamak açısından hayli yeterli ve işe yarar bilgi sunmuş oluyor.
Son bir notla bitirelim: Son aylardaki gelişmelere bakarken faşizm tartışmasını akla getiren, yeni iktidar blokunun yukarıda sıralanan özellikleri olsa gerek. Poulantzas’ın “olağanüstü devlet biçimi” tarifinde olduğu gibi, devlet yapısının bir aygıtının, devlet yapısına bütünüyle hakim olduğu ve onu yeniden örgütlediği bir süreç yaşıyoruz demek yeterli olabilir, ancak bu sürecin faşizme doğru evrilmesinin çok da zor olmadığını göz önünde tutmak kaydıyla elbette. Faşizm denildiğinde ise geçmiş şablonların tekrarını aramak yerine, faşizmde egemen iktidar aygıtının asker, polis, hükümet, parti örgütü ya da bunların çeşitli derecelerde ve rollerde katıldığı bir terkip de olabileceğini akılda tutarak, şimdilik sadece bir tartışma ihtiyacının altını çizmiş olarak konuyu ilerleyen günlere bırakalım.