Tüm dünyada domino gibi ilerleyen ve resmi açıklamaya göre 11 Mart tarihi itibariyle de Türkiye’ye de el attığı bilinen salgının yükseliş trendini takip ediyoruz. Henüz zirve noktasını görmüş ve geride bırakmış dahi değiliz. Bir sel baskının uzaktan bakınca ağır ağır yaklaşması, ama her metrede daha da hızlanıp kabarması gibi izliyoruz salgının seyrini.
Böylesi günlerde felsefeden ekonomiye kadar tüm düşünce alanlarının tek bir konuya odaklanması normal tabi. İşin siyasal düşünce kısmına baktığımızda ise yorumcuların üzerinde ortaklaştığı saptama şu: İçinden geçmekte olduğumuz küresel salgın, neoliberalizmin sonunu getirdi.
Teorik veya uzun eğilimli perspektifler açısından bu söylenende bir yenilik yok aslında. Kapitalizm, ulaştığı güncel evreyle birlikte, dünya üzerindeki halklara ölümden başka hiçbir seçenek sunamaz noktadadır. Bu ölüm madenlerde gömülerek de olabilir, göçmen olarak sınırı geçmeye çalışırken vurularak da ya da yoksulluğun ağır yüküne daha fazla katlanamayıp intihar ederek de. Veyahut tüm dünyaya yayılan bir virüs nedeniyle hastane köşesinde yapayalnız can çekişerek de olabilir. Ölüm sabit kalmak kaydıyla kapitalizmin repertuarı hayli geniştir.
Ancak, neoliberal birikim biçiminin ve onun topluma dayattığı siyasal egemenlik tarzının sonuna gelinmiş olması, üstelik bir kez veya ilk kez de değil, son 40 yıldır birbirini izleyen felaketlerle bu sona sürekli gelinmesi, yeni bir başlangıcın yolunu açmıyor. Tıpkı bir virüs gibi, kapitalizmin kendisi de çevre koşullarına ayak uydurma ve sürekli kendisini yeniden üretme konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip çünkü. Üstelik, tarihe baktığımızda gördüğümüz gibi, bu tür ‘felaket’ dönemleri, kapitalizm açısından bir tür “yaratıcı yıkım” fırsatı olarak da görülebilir.
Tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de geçerli olan eğilime baktığımızda, söz konusu fırsatın nasıl değerlendirilebileceğinin ipuçlarını görmek mümkün.
***
Birkaç değini, ne tür ipuçlarından söz ettiğimizi göstermek için yeterli olur.
Kapitalizmin, bu ve benzeri felaketlerde başarısız kaldığı kanaati esasında yanlıştır. Kapitalizm başarısız kalmamakta, bizzat başarısızlığı arzulamaktadır. Diğer bir deyişle, milyonlarca insanın ölmesi ya da maddi-manevi kayba uğraması, kendisini bir başarısızlık olarak dışavuran başarının ta kendisidir. Kapitalizmin küresel kurumları, önde gelen simaları, devlet yöneticileri ne kadar gözyaşı dökerse döksün, eğer dengeli bir uzunlukta tutulabilirse her bir ‘felaket’ dönemi kapitalizm için yeni bir hızlanma sürecinin patinajıdır. Örneğin, güncel salgının yüksek oranda ileri yaşlı kişiler için tehdit oluşturması, sosyal güvenlik harcamalarının fazlalığından şikayet eden, yaşlıların bakımına ayrılmak zorunda olan kamu kaynaklarının israf anlamına geldiğini ileri süren neoliberal ruhban sınıfının arayıp da bulamadığı bir fırsattır.
Buradan hareketle, kapitalizm eleştirisinde fazlasıyla başvurulan ve hatta bu salgın vesilesiyle kapitalizmin temsilcilerinin de teslim olmasının beklendiği akılcı düşünce konusuna değinmek gerekir. Kapitalizmin irrasyonelliği, kapitalizmin kendisi açısından pek geçerli değildir. İnsanlığın evrensel gelişimi ile bunun gereklilikleri açısından bakıldığında, kapitalizm son derece irrasyoneldir elbette. Ancak, sermaye birikiminin içsel kuralları ve neoliberal egemenliğin siyasal mantığı, tüm muhaliflerinin toplamından daha rasyoneldir neredeyse. Buradaki rasyonellik, Nazilerin toplu katliamları hızlı ve ucuz biçimde yapabilmek için başvurdukları rasyonellikle aynı türdendir. Dolayısıyla, ‘akılsız’ kapitalizmi akla teslim olmaya davet etmenin hiçbir karşılığı yoktur. Gereken, kapitalizmin aklını ve onun biçimlendirdiği egemenlik tarzını ortadan kaldırmaktır.
Emek piyasasının tazminatsız veya gerekçesiz fesihlerle hafifletilmesi; işçi arzının artırılması yoluyla yedek işgücü ordusunun büyütülmesi ve istihdam edilen emekçiler üzerindeki ücret baskısının şiddetlenmesi; karlılığı düşme eğiliminde olan sektörlerin tasfiyesi ve bu sektörlerdeki emekçilerin sefalete mahkum edilmesi gibi uygulamalar, neresinden bakılırsa bakılsın hayli rasyoneldir. Tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üretim araçları kitlesinin yenilenmesi, sektör ağırlıkları ve dengelerinin değişmesi, emekçilerin emek piyasası içinde o yönden bu yöne hareket ettirilmesinde olduğu gibi artı-değer sömürüsünün yeni koşullarını oluşturmaya hizmet eden müdahaleler, şimdiki salgınla birlikte kapitalizmin gündemleri arasındaki yerini almıştır bile. Diğer bir deyişle, yaşadığımız salgın her birimizi ne kadar dehşete düşürürse düşürsün, kapitalizmin kurmaylarının bilinçsizce çıkış kapısını aradıkları bir panik anında olduğunu düşünmemek gerek. Kapitalizm, arzuladığı felaket dünyayı kasıp kavururken, bir adım sonrasının planlarını çoktan hazırlamış durumdadır.
***
Son olarak, içinden geçtiğimiz günlerin en öğretici yanlarından biri olan dayanışma konusuna eğilmek gerekir.
Kapitalizmin, bu felaketi nasıl kendi çıkarları ve egemenliğinin sürekliliği açısından kullanmaya kalkacağının en açık örneklerinden biri de “evde kal” çağrısının gizli (veya, artık gizlenemeyen) sınıfsal imasıdır. Sınıf mücadelesinin en eski taktiği olan işçi sınıfını bölmek, bölünmüşlüğünü artırmak burada da devrededir. Kapitalizm, evden çalışabilecek durumda olanlarla evden çalışamayacak durumda olanları keskin biçimde ayırmakta, evden çalışabilecek olanları bu tehditle sindirirken evden çalışamayacak durumda olanları virüsün önüne yem olarak atmaktadır. Bu, üretim sürecinin ve teknolojilerinin yarattığı işbölümünün ‘vital’ bir parçalanmaya dönüştüğü, işçi sınıfının bölünmüşlüğünün ölümle yaşam arasındaki çizgiye denk getirildiği bir evredir.
Eğer dayanışma düşüncesi konusunda hala tereddüt sahibi olanlar varsa, kapitalizmin dayattığı emek biçimlenmesi aşılmadan ve bu parçalanmışlığı onaracak ilişkiler kurulmadan sermaye egemenliğine son verecek sınıf hareketinin nasıl inşa edileceği konusunda ikna edici öneriler sunmalarının vakti gelmiştir.
Zira, bu salgının yarattığı dehşetin ötesinde, salgın sonrasında oluşacak dünya manzarasına bir hayli korkunçtur. Katlanarak artmış bir işsizliğin, yoksulluğun, otoriterleşmenin ve hatta son derece derin bir sosyal güvensizliğin bizleri beklediği bellidir. Diğer bir deyişle, gözlenen eğilimler hayata geçerse, salgından sonra daha beter bir felaketin sırada beklediği; düze çıkıldı diye ferah bir nefes alınacakken devasa bir tufanın üzerimize çökeceği neredeyse kesin.
Eğer neoliberalizmin sonu geldiyse, o sonu mühürleyecek ve yeni bir başlangıcın yolunu açacak olan mücadele süreci tam da bu tufanın ortasında yeşerecek işte.