Doksanları mı yaşıyoruz yeniden?
Benzerlikler var; sokağa çıkma yasağı, kesilen elektrik, gece baskınları, şuursuzca basılan tetik, kurşunlanan çocuklar, evin bodrumuna saklanan insanlık, kente sokulmayan milletvekili, "yüzlercesi öldü, teröristler dağılıyor" yalanlarıyla kışkırtan gazetecilik, devletle birlikte saldıran Hizbullah, sokakta çirkin faşizm... Doksanlarda savaş böyleydi, zaten savaş hep böyledir. Her yenisi bir öncekine benzer ve sürdükçe hep doksanda yaşarız...
Ancak farklar da belirgin... Bakın Cizre, Yüksekova, Varto, Silvan sokaklarına ellerinde kalaşnikofla Kürt milisler savaşıyor, dağda değil şehirde yaşayan, sabah evinden çıkanlar bunlar. Ve onlara kendini siper eden kadınlar, adamlar... AKP bu sefer gerillayla değil halkla, bir örgütle değil yeni bir devletle savaşıyor. Bugünün savaşının kaderini belirleyecek önemli ayrıntının bu olduğunu görmek gerekir.
Hem asker cenazeleri doksanlardaki gibi mi? Pet şişe fırlatılan cumhurbaşkanı, bizi şaşkın ve hayran bırakan yarbay cesareti...
*****
Söyleyen doğru söyledi, şimdi gençlerin Kürt coğrafyasına “vatan savunması” değil sarayın korunması için ölüme gönderildiği apaçık biliniyor.
Ya çözüm süreci?
Aslında bu yılın başında, 28 Şubat'ta Dolmabahçe'de Kürt tarafının ve AKP'nin temsilcilerinin bir masa etrafında birlikte verdiği görüntü bir dönemlik barutun son atımıydı... Yani; Dolmabahçe mutabakatı, devletin Kürt hareketiyle eşitlenmesinin görüntüsüydi. Bir başka deyişle Abdullah Öcalan ve Tayyip Erdoğan arasında yapılan bir resmi görüşme anlamına geliyor, bir taraf Öcalan'ı diğer taraf Erdoğan'ı temsil ediyordu.
Türkiye'nin geleceğini kendi kaderine kalın bir zincirle bağlamaya çalışmış, tek adam olma hevesi usanç vermiş olan Erdoğan'ın, Dolmabahçe'deki görüntüyle birlikte “süreç”e öldürücü darbeyi vurması ise sürpriz değildi.
Bizim aklımızın hep bir güvensizlik ve sarih bilinçle takip edip “açıklık” talep ettiği “süreç”, “anaların yüzü gülsün” durağından kalkıp, “Eşme ruhu”na uğrayıp, Erdoğan'ın ağzından çıkan “Kürt sorunu ne yea” serencamında bir trajediye dönüştü...
*****
Ancak bu kadar değil...
Daha önce de yazdık tekrar edelim: 2013 yılının hemen başında duyurulan ve Öcalan'ın Newroz mektubuyla resmiyeti ilan edilen “son çözüm süreci” sadece birkaç ay yaşadı. AKP, Kürt sorununu çözmek için değil; bölgesel hegemonya arayışını, “Yeni Osmanlı” projesinin ittifak zeminini güçlendirmek gayesiyle yola çıkmıştı. Gözler yaşla doluyken “barış” vaveylasıyla endam etmesinin nedenini başka yerde aramaya gerek yok.
Bu kısmı ise daha önemli: “Kürt barışı”nın kaderi, AKP'nin mutlak üstünlük şevkini berhava eden Haziran İsyanı, Suriye'deki yenilgisi ve Rojava, Kobane gibi kırılmalarla çok önceden belirlenmiş, politika düzlemi değişmiş, sonrasında kartlar yeniden dağıtılmaya başlamıştı...
Ve şimdi sürecin ikinci aşamasını, savaşı yaşıyoruz.
Melih Gökçek seçimden önce açıkça söyledi: “HDP'nin barajı aşması, Türkiye'nin istikrarına vurulan bir darbe olacaktır”. Onlara göre Türkiye'nin istikrarının AKP'nin ve Erdoğan'ın mutlak egemenliği anlamına geldiğini biliyoruz. Evet nihayetinde darbe vurulmuş ve savaş başlamıştır.
İçinden geçtiğimiz süreç, hem Türkiye'nin hem Kürt hareketinin ve hem de emperyalist güçlerin bölge siyasetinde bir yeni pozisyon ve denge arayışında olması özelliği taşıyor. Her yeni dengenin bir çatışmaya ihtiyaç duyduğu, harcını orada kardığı ise tartışmasızdır.
*****
Durum böyleyken savaşı anlamak ve barış mücadelesini konuşmak kaçınılmazdır.
Birincisi, savaş öncelikle AKP'nin ve Erdoğan'ın tercihidir. Türkiye'nin bir kaos ve çatışmaya sürüklenmesi, milliyetçiliğin ve Kürt düşmanlığının yükseltilmesi... kuşkusuz en ham haliyle bir erken seçim yatırımıdır. Tayyip Erdoğan'ın sigortasının sağlanmasına ve AKP'nin tek başına iktidarına hizmet etmesi hedeflenmektedir.
İkincisi şunu da ekleyelim, sadece AKP'nin değil, emperyalizmin bölgesel politikalarında yaşanan tıkanıklığın ve çıkış arayışının söz konusu olduğu bir “geçiş dönemi” tarifi yapabiliriz. Suriye'de Esad'ın direnişi, Şii cephesinin güçlenmesi, Irak'taki kontrolsüzlük ve İran'ın artan etkisi, IŞİD'in yayılması, Rojava'nın fiili bir devlet olarak ortaya çıkması bu sıkışmanın ve reorganizasyon ihtiyacının göstergeleri olmuştur. Emperyalizmin her sıkışması “plan dışı” kalan unsurlar ve karşıt olanlar açısından kayıplara yol açacağı gibi olanaklar da doğurabilmektedir. Böyle bir dönemin tek düsturu olur: “Kılıç kınından çıkmadıkça it sürüsü dağılmaz”. O bölgede iddiası olan her bir özne savaşın bir tarafı olmaktan da imtina etmeyecektir.
Üçüncüsü, Türkiye'nin tek bir kasabasında dahi, bölgesel bir güç (devlet) olma perspektifi ve iddiasından vazgeçmeden adım atan PKK hareketi, ilerlemediği durumda duraklayacağı bir dönemde karar vermek ve savaşı tercih etmek durumunda kalmıştır. HDP'nin seçime normal koşullarda katılmasının sonuçları olumlu etkileyeceği, savaşın AKP'nin önceliği olduğu gerçeği ortadadır. Fakat buna rağmen PKK, AKP kılıcı elinde tuttuğu süreci kendisininkini kınına koymayacaktır.
Bir yeni anlaşma, yeniden kurgulanan, kendisine yeni bir isim verilen “çözüm süreci” gündeme gelebilir, tarafların niyetleri ve bu niyetlerin ortaya çıkaracakları daha uzun tartışılabilir. Ancak acil olan, yani bugün Türkiye yoksullarının kucağına bırakılan savaşa ve büyütülen düşmanlığa karşı bir duruşu güçlendirmektir. Barış ve kardeşlik talebi tam da bu nedenle yükseltilmeli ve sarayın savunmasını aşacak birlikte mücadele büyütülmelidir...