31 Mart seçimlerinin üzerinden geçen zaman, bir yandan muazzam bir kaosa bir yandan da Saray Rejimi’nin faşizme ilerlerken kat ettiği mesafenin hızına dair çok sayıda veri sundu. İstanbul’da sadece büyükşehir belediye başkanlığı için verilen oyların iptali ve yeniden seçim kararı alınmasını tartışırken de geçtiğimiz bir ayın her saatine yayılmış kaosa değil, faşizmin hızına dikkat kesilmek en doğrusu.
Kaosu oluşturan adımlar, açıklamalar, kararlar, tartışmalar vb. önemsiz olduğu için değil; faşizmin inşası parantezine alınmadığında tüm bu parametrelerin bir kakafoni yaratması tehlikesi olduğundan böyle bu.
***
20 Mart’taki köşe yazısında içinde geçmekte olduğumuz süreci “rejim inşası” çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini belirtmiş ve şöyle demiştik:
“Bir siyasal-hukuksal rejimin kuruluşu, devlet aygıtının ve bürokrasisinin yeniden yapılandırılması, anayasanın ve yasaların dönüştürülmesi, adlı adınca tek adam diktatörlüğünün, saltanat ve hilafet hevesiyle donanmış bir yönetim tarzının inşası, doğası gereği, bir olağanüstülük durumudur. (...) Bu nedenle, olağanüstülük durumunun geçici veya arızi bir sapma olduğu şeklindeki değerlendirmelerde haklılık payı bulmak imkansız. Diğer bir deyişle, Türkiye normalleşmeyecek, olağanüstülük durumunda yaşamaya devam edecektir. Saray iktidarının icraatı olarak gördüğümüz küfürler, yalanlar, iftiralar, hakaretler, saldırılar, yasaklar, gözaltılar, tutuklamalar, kapatmalar geçici uygulamalar değil, tam da Saray Rejimi dediğimiz rejimin kendisidir zira.”
Ardından ise, Saray Rejimi’nin temsilcilerinin tutum ve kararlarını “kurucu şiddet” kavramıyla açıklamayı önermiştik:
“Her rejim, inşası sırasında kendi uzamını, sınır çizgilerini, içerisi ile dışarısı arasındaki farkı belirginleştirecek kabul protokollerini, anlamlar, değerler ve tarzlar konusundaki bir envanteri oluşturur ve bunu çevresindeki diğer aktörlere bastırır. Böylelikle, bu aktörlerden kimisini dışarıda bırakıp buharlaştırır, kimisini ise teslim alıp rejimin içinde işlevlendirir. Bu anlamda, hem reel/fiziki hem de söylemsel/ideolojik bir kurucu şiddet, rejim inşası süreçlerinin olmazsa olmaz boyutudur.”
***
31 Mart’tan hemen sonra, 3 Nisan tarihli yazıda ise seçim sonuçlarının Saray Rejimi açısından yarattığı olasılıklara dair “genel iniş eğrisi” saptamasında bulunmuş ve denklemin düzen içi güçler arasında kurulması halinde bu iniş eğrisinin sonuçsuz kalmasının kaçınılmaz olacağını belirtmiştik:
“Sürecin bu biçimde ilerlemesi, eşyanın doğasından kaynaklanmıyor elbette. Bu seyir, sermaye ve düzen güçlerinin kontrol-tedbir arzusuna uygun düşüyor zaten. Denkleme emekçi halkın mücadelesi ve örgütlülüğü girmediği sürece, genel iniş eğrisinin hızlanması da pek mümkün görünmüyor açıkçası. Tam da bu nedenle, birçok büyükşehrin ve belediyenin kazanılmasına rağmen, mücadelenin kızışacağı ve tayin edici hale geleceği evre bundan sonra açılıyor. (...) AKP-MHP blokunu durdurmak ve onları bir yerel seçim yenilgisine uğratmak, öyle ya da böyle, başarıldı. Ancak mesele, AKP ve tüm suç ortaklarını, Saray Rejimi’nin tüm tahribatını silip süpürecek bir devrimci atılımın hayata geçirilmesi. (...) Emekçilerin örgütlü ve birleşik mücadelesi dışında, böylesi bir atılımı sırtlanacak, Saray Rejimi’ni yıkacak herhangi bir strateji ve taktik söz konusu değil.”
Hal ve durum böyleyken, üstelik Saray Rejimi’nin ne ölçüde pervasızlaşabileceği biliniyorken, yapılması gerekenin en kısa tarifini de şu sözlerle vermeye çalışmıştık:
“Böyle bakıldığında, 31 Mart seçimlerinden çıkan sonucun Saray Rejimi’nin kesin yıkımına evriltilmesi için yapılması gerekenler de kendiliğinden açığa çıkıyor. (...) Mevcut enerjiyi tutarlı ve bütünlüklü bir programa dönüştürecek siyasal kulvarın inşası ve emekçi halkın birleşik mücadelesini sırtlanacak örgütlülük biçimlerinin yaratılması.”
***
24 Nisan’da ise 31 Mart seçimlerindeki sonucun asla normalleşecek, kanıksanacak, kabul görecek bir yenilgi olmadığını, ya Saray Rejimi cephesinden ya da muhalefet cephesinden atılacak adımlarla bu dengenin bozulmak zorunda olduğunu söylemiştik:
“İktidarın ve devlet aygıtının tekelleşmesine dayanan bir sistemin ülkenin önde gelen büyükşehirlerini kaybetmiş olması, tüm süreçlere ivme ve şiddet kazandıracak bir sarsıntıdır. Buna Erdoğan’ın ‘fıtrat’ını da eklemek gerek tabi. (...) Dolayısıyla, Türkiye’nin önündeki günlerde bir normalleşme, iktidarın seçmen tarafından çizilen alana çekilmesi, kurumlar arası diyalogların gelişmesi ve hizmet sunumunun huzur içinde sağlanması beklentilerinin bir karşılığı bulunmuyor. (...) Saray iktidarının yönetim tarzının nişanesi olan tekelleşme kırılmış, iktidarın üzerine bina edildiği sistem kendi mantığının dışına düşmüştür. Böyle gitmeyecek olan budur. (...) Bu koşullarda iktidar, yeni bir oyun kurmak ve kaybettiklerini geri almak zorundadır. İster hızlı ve ani bir baskınla, isterse zaman yayılmış sinsi bir planla olsun, kırılmış tekelleşmenin yeniden tesis edilmesi şarttır. (...) Saray, kendisinden koparılanlarla birlikte var olamaz. Birinden biri yok olmak zorundadır.”
***
Geldiğimiz nokta burasıdır. Saray hamlesini seçmiş, eğer geri döndüremezse sonunu getirecek olan yenilgiyi gasp etmek için adımını atmıştır.
Şimdi karşı karşıya olduğumuz tabloda seçenekler yalınlaşmıştır: İri cüssesiyle Türkiye’nin bağrına basan faşizme minik fiskeler vurmaya çalışıp ilenmek veya tüm ilerici güçleri düzen sınırlarının dışındaki siyasal ve örgütsel aygıtlarla bu çetin kavgaya hazırlamak.
Kavga bir seçim hakkında olsa da doğası gereği seçimle sınırlı olamayacaktır zaten. Bu seçimin seçim olmaması da bundandır. Kavga, faşizme karşı özgürlük kavgasına dönüşecektir, dönüşmelidir.
Dün Erkan Baş’ın “Biz bu kavganın, bu seçimin tarafıyız” demesinin nedeni de budur.
***
Bu yazı, yazarının da pek sevmediği bir biçimle yazılmak zorunda kaldı. Deyim yerindeyse, yazı olmayan bir yazı oldu.
Seçim olmayan seçimin kısmetine yazı olmayan yazı düştü. Affola.