Esasında gündelik dilimizde çokça yer etmiş, bu nedenle de fazlaca sorgulama ihtiyacı duymadan kullanageldiğimiz bir tamlama “sol duruş”. Kabaca, belirli bir konu ya da gündem hakkındaki yaklaşımımızı ifade etmek için kullanıyoruz.
Ancak, dildeki hınzır şeytanın dürtüklediği bir nüansı da hissetmemek elde değil. Duruş, bir tür tutarlılığı, inanılan bir fikirde veya değerde ısrar etmeyi ifade ettiği kadar, durmayı, bir konumda sabit kalmayı, sadece durarak ilerlenebileceğine duyulan çocukça inancı, biz dururken dünyanın bizim olduğumuz noktaya geleceğini ima eden kibri de çağrıştırıyor.
Duruş, elbette, önemlidir; siyasette de önemlidir, futbolda da mesela. Nerede, hangi konumda durduğunuz fark yaratır. Ancak durduğunuz yer açısından değil, o yerden hareketlenip vardığınız yer açısından önemlidir. Golü kaydeden futbolcu, büyük ihtimalle, gol vuruşunu yapmadan önce uygun bir pozisyonda duruyordur; ancak golü atmasına neden olan şey durduğu pozisyon değil, o pozisyondan başlattığı harekettir.
***
24 Haziran yaklaşıyor. Seçim dönemleri duruş ile hareketin iç içe geçtiği ve siyasi aktörlerin kendi hedeflerine yönelmesi/hareketlenmesi gereken özel uğraklardır. Fakat ne hikmetse, üstelik de seçimlere şunun şurasında 15 günden az bir süre kalmışken, solun iç gündemini “duruş” enflasyonu belirliyor.
Daha açığı, “duruş” sergilemekle yetinenler, hareketlenmeyi seçmiş olanları desteklemek, hadi desteği de geçtim tribüne geçip izlemek yerine, neden hareketlenilmemesi gerektiğini anlatmak için olağanüstü bir performans sergiliyor.
Burada şaşırtıcı olduğu kadar yadırgatıcı bir apolitizm söz konusu.
Bir siyasal aktör, seçim konusunu değerlendirip bu seçimde kendi üyelerinin aday olmaması veya gösterilmemesi gerektiğine kanaat edebilir. Bu, her siyasal yapının hakkıdır. Ancak bu değerlendirmenin bir süregiden “duruş”a dönüşmesi, süreklileşmesi, tüm seçim döneminin söylemini işgal eden bir ezbere dönüşmesi, bu değerlendirmeye katılmayıp kendi değerlendirmesi doğrultusunda adaylığı tercih etmiş isimlere dur durak bilmeden saldırılması, eğer sol içinde bir yoldaşlık kültürü hala kalmışsa, en hafif tabiriyle ayıptır.
Çünkü, nasıl bir siyasal aktör bu seçimde aday gösterilmemesi gerektiğine kanaat etmişse, başka siyasal aktörler de aday gösterilebileceğine kanaat edebilir, ki bu, o da onların en doğal hakkıdır. Bu noktaya gelene kadar fikirler paylaşılır, tutumlar sergilenir, duruşlar ortaya konur; ondan sonrası devrimci ahlak ve dayanışma kriterleri açısından değerlendirilecek bir meseledir.
Bu kriterler açısından sınıfta kalanların, 24 Haziran’dan sonra hangi zeminde yoldaşlık hukukundan söz edecekleri muammadır.
***
24 Haziran’a giderken Türkiye sosyalist hareketinde farklı eğilimler öne çıktı.
Bunlardan biri, seçimlerde Demirtaş’ın ve HDP’nin desteklenmesi gerektiğini ileri sürdü. Ayrıca bu eğilimin bazı temsilcileri kendi içlerinden isimleri HDP listelerinden aday gösterdi.
Bir diğer eğilim ise, seçimlerde kime oy vereceğini değil, kime oy vermeyeceğini ifade edeceğini ilan etti. Bu eğilim ise, doğal olarak, milletvekilliği için CHP veya HDP listelerinden adaylığı düşünmedi. Bunun yerine, ilerici adayların destekleneceğini söyledi.
Ancak “ilerici adayların desteklenmesi” şeklindeki tercihin uygulanması ya unutuldu ya da “ilerici aday” derken kast edilen şeyi sadece kendileri biliyordu.
Aslında bir adım daha geriye gidip şuradan başlamak gerekiyor: Kime oy verileceğini değil, kime oy verilmemesi gerektiğini söylemek üzerine kurulu argüman, başlı başına kendi tabanına hakaret anlamına geliyor. Zaten hitap kitlesi içinde AKP’ye oy veren kimse bulunmayan sosyalistlerin, bu insanların karşısına geçip “AKP’ye oy yok” demesinden daha garip bir tutum bulmak zor gerçekten. Herhalde, CHP’ye mi HDP’ye mi oy verilmesi gerektiği konusunda kendi başına karar verebilecek olan sol nüfusun,
AKP’ye oy vermemek konusunda iyice telkin edilmesi gerektiği düşünülüyor.
“İlerici adayları desteklemek” denen sihirli formülün konforu da ne yazık ki sadece söylendiği ilk anda, bir kereliğine işe yarıyor. Çünkü seçim süreci başlayınca ve günler ilerledikçe ilerici adayların nasıl ve hangi yolla desteklendiği hakkında soru işaretleri doğuyor. Şu ana kadar görülen, “ilerici adayların desteklenmesi” tutumunun “HDP’den aday olanlar hariç” olmak üzere hayata geçirildiği. Zira sosyalist hareketin temsilcileri olarak HDP listelerinden aday olmuş olan birçok sosyalistin nasıl ve hangi yolla desteklendiğini söyleyebilene aşk olsun.
Herkes seçim tutumunu açıklamışken ve ardından seçim süreci başlamışken, yatıp kalkıp sosyalistlerin neden HDP’den aday olmaması, neden Meclis’e girmemesi gerektiğini anlatıp durmanın ise tek bir doğal sonucu vardır: Sosyalist adayların seçilmemesi yönünde propaganda yapmak. Oysa “ilerici adayları desteklemek” formülü bunun tam tersini şart koşuyor. Ya da dürüstçe “biz ilerici adaylar derken yukarıdaki isimleri kast etmiyorduk” denmesi ve ilerici adaylık kriterlerinin yeniden belirlenmesi gerekiyor.
***
Baştaki duruş ve hareket bahsine dönersek.
Bu garip ve anlaşılması, kabul edilmesi, sindirilmesi zor tutumun arkasında yatanları bulmak ve bilince çıkarmak önemli. Eğer konuyu kişiselleştirmeyeceksek, psikolojinin sınırlarına çekmeyeceksek, yönteme ve analize işaret eden bir sorunu saptamamız gerekiyor.
Ne oluyor da böylesi bir yaklaşım kendisine yer bulabiliyor? Yukarıda söz ettiğimiz tablo nasıl ortaya çıkabiliyor?
Yanıtımız zor veya karmaşık değil.
Seçimlere dair “duruş”un bir siyasal “hareket”miş gibi gösterilmesi sayesinde oluyor.
Hareketin bir adım öncesinde gerekli olan “duruş”un, “hareket”i ikame etmesinden, “hareket”i iptal etmesinden oluyor.
Başkalarının hareketliliğini, kendi “duruş”uyla, duruyor oluşuyla yargılamak sevdasından oluyor.
Hatta, böylesi kritik bir dönemde bile hareketlenmemiş olmanın, “duruş”ta karar kılmanın siyasal sorumluluğunu ve vicdani yükünü hafifletmek, kıpırdamadan durarak ne kadar da haklı olduğunun altını çizmek çabasından oluyor.