Suriye basını, AKP'nin ve Erdoğan'ın 1 Kasım'daki üstünlüğünü “Şeytan'ın zaferi” olarak tanımlamış. Günah falan değil, onlar da Müslüman ve birilerine Şeytan yakıştırması yapmaya hakları var. Bize sorarsanız Erdoğan'a kötülüğün ve yalanın çok yaraştığını kabul ederiz...
Evet seçim geçti gitti ancak elimizde hâlâ nasıl çözüleceği tartışılan ezeli Kürt sorunu var. AKP'nin tek başına iktidar olması Kürt savaşının büyümesinin mi yoksa savaş sonrası pazarlık sürecinin mi kapısını açacak?
Şüphesiz ki sadece Kürt sorunu değil, AKP rejiminin geleceği, toplumsal muhalefet dinamiklerinin durumu veya sol hareketin görevleri açısından da seçim sonrası kimi değerlendirmeler ve saptamalar yapmak mümkün ve bizim cephemizde bazı başlıklar söz konusu olduğunda tabloyu netleştirmekte fayda var.
Olabildiğince açık ve maddeleyerek yazmaya çalışalım.
Bir: AKP son seçimle birlikte birkaç yıldır kendisini sıkıştıran halk muhalefine karşı bir üstünlük sağlamış ve yeni rejimin inşasına devam edebilmek için bir dizi hamle yapma avantajını da elde etmiştir. Önümüzdeki kısa dönemde, Türkiye burjuvazisi AKP ile bir denge arayacak, anaakım medya dilini değiştirecek, akademi, sanat, kültür alanlarında içeriksiz bir Osmanlıcılık üslubu güçlenecek ve toplumsal yapıya dönük ideolojik-politik kuşatma çabası farkedilir biçimde artacaktır. Emperyalist odaklar, yerel güçlerin yaptığı kadar alttan almasa da AKP'ye kısmi hareket alanı yaratarak ama kontrolü elden bırakmadan ilişki yenileyecektir.
İki: Ancak tüm bu olasılıklara rağmen biz şunu sarih ve tereddütsüz söyleyebiliriz: 1 Kasım AKP'nin mutlak zaferi değildir.
AKP, üstünlüğünü açık bir “seçim mühendisliği” becerisiyle, yani savaş ve kargaşa koşullarını büyüterek, yerleşiklik-istikrar beklentisini önemli hale getirerek elde etmiş ve son seçimde sağın belirsiz (gayrimuayyen) gündelik yaşamdan en fazla korkan kesimleri için de bir kaçış adresi haline gelmiştir.
“AKP'ye kaçış”ın paradoksal bir niteliği olduğu ise açıktır. Çelişki esas olarak, Kürt sağı ve Türk sağının AKP'de bir araya gelmesi değil, bu kesimlerin bir araya gelme gerekçelerinin bu defa özdeş ve sürdürülebilir olmamasıdır.
Demek istediğimiz şudur: 1 Kasım, Kürt savaşının kendisine sirayet etmesini istemeyen sağcı Kürtlerle, devletin Kürtlere saldırısını destekleyen ve onları tehdit olarak gören sağcı Türklerin AKP'nin İslamofaşist sultasına sığınmasıdır. Ancak buna karşın, AKP'ye kaçan kesimler açısından belirgin tercih gerekçesi bu partinin genel anlamıyla karakteri (politik yapısı) değildir. Örneğin yeni rejimin inşası, bölgeye dönük hegemonya arayışı, başkanlı devlet yapısı, kent-çevre yağması, dışa bağımlı ekonomi, şeriat kurallarının hayata egemen kılınması veyahut siyasette tekleşme arayışı gibi AKP'nin ayırt edici niteliklerine dönük bir teveccüh veya yeni kredi sunmak değildir.
Dolayısıyla, “ben olmazsam savaş olur” diyen AKP'nin, iktidardayken gücünü kaos tehdidiyle sürdürmesi olanaklı olmadığı gibi, önceki kriz tespitlerinde de dile getirilen toplumsal yapı üzerinde ideolojik-politik hakimiyet kuramama sorunu da ortadan kalkmış değildir. Söz konusu olan korkuyla güçlendirilmiş bir istikrar arayışıdır ve bu durum AKP'nin yumuşak karnının fotoğrafını da sunmaktadır. Yani “istikraaaar” çığlıklarıyla AKP'ye doğru koşanların heveslerinin kursaklarında kalması çok uzun sürmeyebilir.
Üç: Özetle, AKP'ye dair kriz tespitleri geçerliliğini yitirmemiştir ve yeni rejim inşasının sıkışma yaşamasına neden olan toplumsal yapının tümüne egemen olma ihtiyacı 1 Kasım'da aşılamamıştır. AKP'ye kaçan kitlenin bu partide uzun süreli kalmasının koşulları da henüz oluşmamıştır. Bu söylenen devrimci müdahale olanağının devam ettiği anlamına gelir. 1 Kasım seçimlerinin komünistler açısından en fazla dikkate değer ögesi, AKP'nin oyların yüzde ellisini almış olması değil, Türkiye'de AKP'ye teslim olmayan büyük bir kütlenin katılaşarak ve kırılmadan varlığını sürdürüyor olmasıdır.
Dört: Tam da bu nedenle, AKP'nin önceliği olan ve hızlı davranmak isteyeceği başlık, bir yandan demokrasi-istikrar inancını güçlendirmeye çalışırken diğer yandan halk direncinin kırılması ve yeni rejimin inşasına kayıtsız kalır hale getirilmesidir. Bu doğrultuda muhalefet partileri üzerinde basınç oluşturacak, kimi odaklarla uzlaşma arayacak ve mutlaka radikal unsurlara ağır ve yalın bir şiddet uygulayacaktır. Bu şiddetin uygulayıcısı ise sadece devlet aygıtı değil, AKP'nin sokak gücünü oluşturan faşist unsurlar da olacaktır.
Türkiye'de önümüzdeki kısa dönem bir normalleşme beklemek bu anlamıyla mümkün değildir. Ancak baskının AKP ve düzen karşıtlığı ortadan kalkma olasılığı olmayan kesimlere (örgütlü sosyalistlere, laik-ilerici aydın, yazar ve siyasetçilere) ve savaş sürdüğü sürece Kürtlere yoğunlaşacak olması söz konusudur.
Beş: Sosyalist hareketimiz bu gerçeğin farkında olmalı ve halkın direncini kırmaya dönük AKP girişimlerine karşı koyacak politika ve eylemlere öncelik vermelidir. AKP siyasasının restorasyona tabi olduğu ve Saray rejimine yoğunlaşmanın yanlış olduğuna dönük iddialar 1 Kasım'da açıkça çuvallamıştır. Bununla birlikte AKP'nin en önemli kriz unsuru olan laik, özgürlükçü ve yurtsever halk direncinin varlığını koruduğu ve kırılmasının hiç de kolay olmadığı ortadadır. Kavga bu alanda yoğunlaşmalı ve direnen toplamın birlikte mücadelesi örgütlenmelidir.
Altı: Kürt hareketi açısından ise, savaş veya barış gerekçelerinin değiştiği ya da ortadan kalktığına dair bir veri henüz oluşmamıştır.
Ayrıca, yeni dönemde Kürt sorunu tartışırken bam telinin “başkanlık sistemi pazarlığı” olduğunu düşünmek bir yanılgıyı da beraberinde getirebilir. Kalın ses oradan çıkmayacak. Önümüzdeki dönem Kürt sorunu söz konusu olduğunda kilit tartışmanın “statü” elde edilip edilemeyeceğiyle ilgili olduğu bilinmelidir. Anayasa tartışması Kürt hareketi açısından “başkanlık” değil “statü” tartışmasıdır. Aslına bakarsanız bu nedenle Erdoğan için de böyle olmak zorundadır ve hiç de öyle kolayca çözüleceği düşünülmemelidir.
Öte yandan, Kürt hareketinin başkanlık sistemine destek vermeyi kabullenmesi yukarıdaki çerçeveye göre olasılıktır. Kuşkusuz “başkanlık” kabul edilemez ve biz buna karşı çıkmalıyız fakat söylemek istediğimiz Kürt sorunu bağlamında başkanlık tartışmasının esas değil ikincil önemde olduğudur. Bu nedenle sol adına önümüzdeki dönem Kürt sorunu ve “yeni anayasa” tartışırken, HDP'nin başkanlık sistemiyle ilgili ne yapacağına odaklanmak yerine, Türkiye'nin birliğini tartıştığımızın farkında olmamız politik olarak daha fazla ön açıcı olacaktır.
Yedi: Kürt sorununun bölgesel niteliği ve iddiaları, AKP/Saray açısından adım atmayı zorlaştıran ve savaşın devam etme olasılığını artıran bir faktördür. Kısaca söylersek; Suriye'de Rojava'nın varlığını kabullenmeyip ortadan kaldırmaya çalışan ve bölgesel hegemonya arayışını mezhepçi/ırkçı bir eksende sürdüren AKP'nin, Türkiye'de Kürtlerle bir çözüm zemini bulabilmesi mümkün değildir.
Daha önce de yazdık, söz konusu olan bir velayet savaşıdır ve iki tarafın da iddiası halihazırda sürmektedir. Dolayısıyla AKP'nin önümüzdeki dönem bölgede “Kürdi otorite” oluşturmaya dönük her türlü girişime saldırmaya devam edeceği ve yeni bir denge kurulana kadar Kürt hareketiyle savaştan kaçınmayacağı şimdiden söylenebilir. Zaten son birkaç günde yaşanan gözaltılar, sokağa çıkma yasaklarının sürmesi ve PKK cephesinden gelen açıklamalar sorunun “hadi seçimi de kazandık gelin oturalım” şeklinde basit çözümü olmadığını göstermiştir.
Öte yandan, PKK savaşı sürdürebileceği askeri ve siyasi koşullara hâlâ daha sahiptir. Çok söylenenin aksine “hendek savaşları” PKK'nin bölgedeki politik etkisini kırmamış ve bölgede edindiği uluslararası meşruiyet ortadan kalkmamıştır. Kısa vadede emperyalistler açısından tercih edilecek olan ise PKK-PYD hareketini ezmeye çalışmak değil, Türkiye ile arasında bir uzlaşma yolu bulmak olabilir. Bu da elbette AKP ve PKK arasında bir pazarlık sürecini yeni bir balans ve müzakere koşulları sağlandığında olanaklı hale getirebilir...