Siyasetin imhası olarak faşizm

Türkiye, toplum yaşamından ekonomiye, eğitimden hukuka kadar birçok başlıkta gözlendiği gibi, bir tür faşizme doğru sürükleniyor.

Ancak faşizmden söz edeceksek, önemli niteliklerinden biri de siyasetin imhasıdır.

Ve yine faşizmden söz edildiğinde sık sık varsayıldığı gibi, bu durum bir anomali veya sapma değil, neoliberal kapitalizmin doğal sonucudur.

Neoliberalizmin arzusu, kapitalizmi, halk sınıflarıyla müzakere ve taviz belasından kurtarmak; sermayedarları, karlarından kısmi olarak feragat etmelerini gerektirecek kitlesel taleplerle daha fazla muhatap etmemektir.

İşte faşizm, bu hedefe giden (belki riskli, ama) en kısa yol olarak masadadır.

Türkiye, şimdi bu uğraktadır.

***

Siyaset, en eskiye gittiğimizde Antik Yunan toplumunun ve düşüncesinin bir eseri aslında. Yunan dilinde “polis” olarak adlandırılan kent-devletinin yönetimi konusu, daha sonra Batı dillerine “politics” olarak yerleşecek siyasetin ilk gelişmiş örneklerini oluşturdu.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, siyasetin, devletin ve toplumun yönetimi ile ilgili işler olarak tanımlanması. Bu anlamda, siyasete siyaset olma niteliğini kazandıran şey, yurttaşların sadece yurttaş olmaktan gelen bir hak sayesinde devletin ve toplumun yönetimine katılabilmeleri, fikir ve talep beyan edebilmeleri, itirazda ve protestoda bulunabilmeleri, yönetimi üstlenmeye talip olabilmeleri.

Demek ki, siyaset, temelde bir koşulun varlığına dayanıyor: Her yurttaşın, yurttaş olmaktan başka hiçbir sıfatı veya niteliği taşıma şartı olmadan, devletin ve toplumun yönetimine katılabilmesi. Kuşkusuz, Antik Yunan toplumunda yurttaşlığın kapsamı çok dar ve dışlayıcıydı. Ve yine kuşkusuz, burada işleyen mantık biçimsel ve şematikti. Ancak içerdiği ilke, bir başlangıç noktası olarak ilericiydi ve hızla evrenselleşebilirdi.

Nitekim, evrenselleşti de.

Avrupa’nın, Roma uğrağından da geçerek Ortaçağ’a gömüldüğü süreçte,  yurttaşlık ve yurttaş olmaktan kaynaklı haklar silindi. Daha doğrusu, yurttaşlara özgü olması gereken haklar, başka niteliklere de sahip olmak şartı ileri sürülerek gasp edildi. Artık sadece bir ülkede yaşamak, o ülke için çalışmak yurttaş olmaya yetmiyordu. Siyaset yapmak, yani ülkenin ve toplumun yönetiminde yer almak için soylu bir kandan gelen saray hanedanından olmak, kilisenin kutsadığı ruhban sınıfından olmak, ucu bucağı olmayan topraklara sahip bir aristokrat olmak gerekiyordu.

Yoksulların, fakirlerin, sıradan insanların, yani baldırıçıplakların siyaset yapması, devlet ve toplumun yönetimine katılması söz konusu bile olamazdı.

Ta ki, baldırıçıplakların kendilerine kapatılmış siyaset alanına vuruşa vuruşa girdikleri güne, yani Fransız Devrimi’ne kadar.

Antik Yunan’ın ortaya attığı ilke, Fransız Devrimi ile birlikte evrenselleşti. Ve hala coğrafyasında gezindiğimiz modern dünya bu adımla birlikte doğmaya başladı.

Daha bu doğumun şafağında, Marx, söz konusu hakların biçimsel ve sınırlı niteliğini, soyut eşitliğin bağrındaki gerçek eşitsizliği keskin biçimde saptamıştı. Günde 16 saat çalışmak zorunda kalan bir emekçi, sırtını rant gelirine yaslamış bir zenginin siyaset yapma fırsatına sahip olamazdı.

Ancak Marx’ın çağrısı, biçimsel ve soyut olan bu haklara kayıtsız kalınmasına değil, tam tersine, bu hakların herkes tarafından ve gerçekten kullanılmasını sağlayacak radikal eşitliği sağlamaya dönüktü. Yani sınıf eşitsizliğini ortadan kaldırarak, biçimsel hakları gerçek haklara dönüştürmek.

O günden bugüne dünya emekçileri, başta 1917 Ekim Devrimi’nin ve sosyalizmin yurttaşlarının büyük yaratıları olmak üzere, tamamı siyasetin bir hak olarak kullanımını güvenceye alan kazanımlar elde ettiler: Seçme ve seçilme hakkı; örgütlenme hakkı; propaganda hakkı; ifade özgürlüğü hakkı; protesto ve itiraz hakkı; grev hakkı; hukuk önünde eşitlik hakkı...

***

Böylelikle, biçimsel de olsa, temsili de olsa, pratikte sahiciliği son derece kuşkulu da olsa, modern dünyanın siyaset alanı oluştu. Ancak, neoliberalizmin bir ilke olarak dünyaya egemen olması ile birlikte, burjuvazi, emekçi halkların siyaset alanındaki etkinliğine artık bir son vermek gerektiğini ilan etti.

Türkiye’de önce 12 Eylül, ardından Kemal Derviş icraatlarıyla başlatılan, ancak AKP iktidarı tarafından tamamlanan dönüşümün temelinde bu yatıyordu.

Her eğilim, eğer bir dış güç tarafından durdurulmaz veya döndürülmez ise, en gelişkin haline erişir. Neoliberalizmin siyaseti halkın katılımından muaf tutma arzusu da, siyaset alanını toptan imha eden faşizme erişmiş oldu.

Bireyin yurttaş olarak statüsünün ortadan kalktığı, iktidarın yurttaşa karşı sorumluluk ve kamu tarafından denetim nosyonundan tümüyle sıyrıldığı bir diktatörlük aşamasındayız.

Yurttaşlığın, yurttaşa tanınan hakların kağıt üzerindeki varlığı (kısmen) devam ediyor. Ancak yukarıda söz ettiğimiz ve etmediğimiz haklar, fiilen kullanım dışına itilmektedir. Dolayısıyla, siyaset denilen kurumsal ve pratik uzam kapatılma ve mühürlenme girişimiyle karşı karşıyadır.

Ve bu defa, eğilimin en gelişkin haline erişmesi fazla uzun sürmeyecek, eğer bir toplumsal muhalefet hareketi durdurmazsa, siyasetin imhası da hızla tamamlanacaktır.

Bu noktada, bir farkı vurgulamak gerek. Siyaset imha edilirken, siyasalın da yok olduğunu kast etmiyoruz. Bir kurumsal ve pratik alan olarak siyasetin imha edilmesi, siyasallığın da ortadan kalkması anlamına gelmez. Zira, siyaseti imha eden yönelimin bizzat kendisi siyasaldır. Siyasal, cevheri sınıf mücadelesi olan bir çatışma alanı olarak, doğası gereği, yok edilemez.

Demek ki konumlanacağımız bir yer hala var: Bir yandan, siyaset alanında elde edilmiş haklara ve kazanımlara sahip çıkmaya, onlara yönelik saldırılara karşı durmaya devam etmek; bir yandan da siyasalın bağrındaki cevherden beslenerek halkın siyaset yapma hakkını yaşama geçireceği, kendisinden çalınmak istenen haklarını fiilen kullanacağı alternatif ve devrimci araçları yaratmak.

Doğal olarak, böylesi bir görevin başta gelen talibi de sosyalistler olmak durumunda.