Gerçeklik bir varlık türünden çok, varoluş tarzıdır. Tek bir yüzeyi ve yüzü yoktur, sabit ve dokunulmaz değildir. Sürekli oluşan, dönüşen, içi ile dışı arasındaki sınırların hareketli olduğu, çok katmanlı bir dinamiktir. O yüzden gerçeğin ne olduğunu saptamak her zaman zor bir iştir.
Devrimcilik de bu nedenle zordur. Çünkü gerçekliği saptayıp somutlaştıramayan bir irade, onu dönüştüremez. Onu göremez bile.
Bu yüzden, gerçekliği bir oluş ve dinamik olarak kavrayabilmek, verili bir andaki koşulların somut ve mümkün uzanımlarını yakalayabilmek, devrimcilerin ihtiyaç duyduğu gerçeklik temelini sağlar.
Lenin’in somut durumun somut çözümlemesi dediği şey yani.
İşte bu yoksa, gerçeklik damarı ve yaklaşımı kaybolmuşsa siyaset ve mücadele boş lafa, hamasete, şematik tekrarlara, yapay ayrımların kutsanmasına dönüşür mecburen. Çünkü kavradığınız gerçeklik sizi sınamadığı ve fikirler fikirlerden doğduğu müddetçe, skolastik egemen hale gelip mantığını dayatır.
***
Genel kuraldır: Bir ülkede işçi hareketi gerilemişse ve sosyalist düşünce etkinlik alanını kaybetmişse, korunma ve kapanma refleksi baş gösterir. Bu, bir kuraldır ve doğaldır. Hatta, gereklidir de.
Bu tür dönemlerde sosyalist hareket, etrafındaki duvarları daha da yükseltir, kuramsal arılığını korumak için sağlam bir savunma hattı oluşturur, ayrım noktalarını bastırarak sürtünmesiz bir alan yaratmaya çalışır, “müfreze” tarzı bir varoluş biçimine çekilir, nihayetinde toplumsal ve siyasal koşulların yeni bir derlenişine kadar mütevazı ama iddialı bir “teorik ihtilalcilik” çizgisi tutturur.
Dünyada bu tür dönemlere ve reflekslere örnek boldur. Türkiye’de ise 12 Eylül’den sonraki atmosferi böyle tanımlamak mümkündür.
İşçi hareketinin gerilediği ve sosyalist düşüncenin etkinlik kaybettiği yıllarda, Türkiye sosyalist hareketi, ister kabuğuna çekilmek ister saksıya gömülmek deyin, korunma ve kapanma refleksi geliştirmiştir. Bu refleksin uzun yıllar boyunca taşınması ise, her alışkanlıkta olduğu gibi, korunma ve kapanmanın başlangıçtaki amacıyla bağını yitirmesine, bir amaçsız eyleme, eylemsiz amaca dönüşmesine neden olur.
Sonuçta ortaya çıkan şey, Miliband’ın “yapısal üstdetermizm” dediğine benzer bir duyarsızlık ve gerçeklikle bağın yitmesine neden olan bir sinizmdir.
***
Miliband, Poulantzas’ın faşizm ile parlamenter rejim arasında hiçbir fark görmeyen tahlilini eleştirmek için ileri sürmüştür “yapısal üstdeterminizm” kavramını. Çünkü Poulantzas’ın devlet biçimleri hakkındaki çözümlemesi teorik olarak o kadar köktenci, daha doğrusu kestirmecidir ki, gerçek siyasal ve toplumsal süreçlere uygulandığında faşizm ile burjuva parlamenter rejimi arasında hiçbir farkın saptanmasına izin vermemektedir. Bunun doğal sonucu ise, nasıl olsa aralarında bir fark olmadığı için, faşizmin gelişine karşı mücadele etmeyi önemsizleştirmektir Miliband’a göre. Kuramsal arılık adına alkış tutulacak bir tutum olmasına rağmen, işçi sınıfı adına bir felakete kapı aralamaktır yani sonuç.
Miliband-Poulantzas tartışmasına dair bir görüş belirtmek için yazmıyorum bunları (zira Poulantzas’ın da Miliband’ın atfettiği kadar duyarsız olduğunu sanmıyorum). Ancak Türkiye’nin güncel sorunlarına ve denklemlerine dair toptancı ve kestirmeci tutumların, “teori”ye ya da bu tutuma daha uygun düşecek bir ifadeyle söylersek, ezbere ne kadar uygun düşerse düşsün, bir felakete doğru gidişimizi hızlandırdığı, en azından kolaylaştırdığı söylenmelidir.
Bu “yapısal üstdeterminizm”in sinizm ile buluşması ya da ona dönüşmesi ise, sadece birkaç adım gerektirir. Çünkü güncel sorun ve denklemler karşısında etkili ve inisiyatif alan bir tutum geliştirmediğiniz sürece, yapılacak şey sadece ve sadece kendi öznelliğinizi pekiştirmek, tahkim etmek, tatmin etmektir. Bu, Sloterdijk’in “aydınlanmış yanlış bilinç” dediği, kimliğini steril bir kalkana dönüştürerek kasılmış, siyaseti bir ahlaki tutumlar dizgesine indirgemiş, araçları ve amaçları tek bir çuvala doldurarak rahatlamış bir tarzın dışavurumudur.
Sinizm, kendisini sürekli ayırmak/farklılıklarını vurgulamak yoluyla, esasında, öznelik kapasitesini güçlendirmek yerine öznellik kozasını şişirmektir; dünyayı değiştirmek yerine, değişmemek için dünyaya direnmektir. Bu tür bir sinizm, giderek, bu öznelliğin kendi kabul protokollerini, kendi cemaat ağını, kendi başarı ölçütlerini, kendi konforlu aurasını yaratmak ve onun içine gömülerek hijyenik bir sabit noktaya demir atmakla sonuçlanır.
Lafa geldiğinde en azılı düşmanı olduğu kimlik politikalarıyla da bu ortak noktayı paylaşmaktadır zaten. Çünkü hiçbir şeyi dönüştüremeyen, kendi dışına etki edemeyen, nesnellik karşısında varlık sergileyemeyen bir öznellik, yani özne olarak davranamayan öznellik, zaten ağır varoluşsal yaralar almaktadır sürekli. Bu yüzden, bu yaraların sarılması ve sağaltılması için, sürekli kendi öznelliğine şefkat göstermek, kendi öznelliğini teskin etmek, kendi öznelliğini öpüp okşamak zorundadır.
Doğal olarak, bir de bu öznelliğin dışarısı vardır ki, zaten öznellik kendisine bir “dışarı” tarif etmeden var olamaz. Bu anlamda, varlığı bağımsız değildir, dışarıdakinin yadsınmasından ibarettir. İşte düşman da oradadır, sizin pamuklara sarıp sarmaladığınız öznelliği tehdit eden düşman hemen dışınızdadır. Topu bir araya gelmiştir, kimi bilerek kimi bilmeden, kimi ihanet kimi çaresizlik içinde eylemektedir ve tabi ki hepsinin hedefi o sizin bir türlü kırılmak bilmeyen çelik iradeniz, bükülmeyen bileğinizdir.
O halde, ülke yanıp kül de olsa, bir yaraya merhem olmak yerine oklar o dışarıdakilere çevrilmeli, tırnaklar en yakındaki düşmana geçirilmelidir. Öznelliğin korunması, ülkenin geleceğinden önemlidir.
İşte, yapısal üstdetermizm ve sinizm uğraklarından geçtikten sonra varılan durak, gerçeklik duygusunun bu biçimde yitimidir. Yitirilmiş gerçeklik, öznelliğin en saf ve aşkın halidir.
Ve yazı burada bitmelidir.
Çünkü bundan sonrası psikiyatrinin işidir.