Başka konulardaki saptamaları hayli tartışma götürür olsa da Castoriadis’in şu sözleri, bir anlamda, son derece doğrudur: Çağdaş siyasetin en bariz özelliği önemsizliğidir.
Castoriadis bu saptamasını esas olarak siyaset ile iktidar arasındaki bağların koparılmış olmasıyla açıklıyor ve bunun liberalizmin en önemli başarılarından biri olduğunu vurguluyor. Gerçekten de siyasetin, sömürü, kar, paylaşım gibi mekanizmalara etkisinin engellenmesi neo-liberal modelin başta gelen beklentilerindendir. Neo-liberal model, bu anlamda, siyasette ve toplumsal alanda ne olursa olsun, kapitalist artı-değer mekanizmasının işleyişinin güvence altına alınmasını arzulamaktadır. Siyasetin önemsizleşmesi, yani hiçbir somut etki ve sonuç yaratamaz hale getirilmesi, bunun en uygun yoludur.
İşin garip yanı, siyasetin önemsizleşmesi sürecini, siyasete en fazla muhtaç olan sosyalistlerin de çeşitli biçimlerde ve farkında olmadan desteklemesidir. Neo-liberal modelin siyaset ile iktidarı birbirinden koparma çabası ile sosyalistlerin siyasetten kaçış eğilimi birbiriyle örtüşmüş ve sonuçta siyaset ile iktidar arasındaki ilişkinin bulanıklaştığı, bir takım soyut formüllere ve niyetlere hapsedildiği, böylelikle siyaset adına hiçbir sonuç yaratmayan beyhude didinmelerin kader haline geldiği bir tablo oluşmuştur.
Ve bugün sosyalist hareket içindeki tartışmalarda birer tarafmış gibi görünen eğilimler, asıl olarak bu çarpık tablonun içindeki konum alışlarla ilgilidir. Ancak, artık bu tablonun değiştirilmesi ve ardından gerçek taraflaşmaların tarif edilmesi ertelenemez bir görevdir.
O halde en temelden başlamakta fayda var.
Marksizm açısından kapitalizm, üretim tarzı düzeyinde, sadece genel anlamda ve soyut olarak tanımlanabilir. Bu genel ve soyut haliyle kapitalizm, bir siyasal mücadelenin konusu olamaz; en fazla bilimsel ve teorik incelemelerin konusu haline getirilebilir. Kuşkusuz, bilimsel ve teorik inceleme, siyasetin de temelini oluşturan bilgiyi sağlar, ancak siyasetin kendisi bu değildir.
Marx’ın Grundrisse’de vurguladığı gibi, nasıl genel anlamda üretim diye bir şey yoksa (daha doğrusu bu, sadece bir kavramsa); genel anlamda siyaset diye bir şey de yoktur. Her konjonktür kendi politik çatışmasını ve zeminini kurar, bu zeminde farklı sınıf çıkarlarıyla donanmış özneler karşı karşıya gelir. Bu anlamda, siyasette verili koşullar vardır, bu koşulların ötesi, öncesi ya da dışı yoktur. Verili koşulları değiştirmenin ilk adımı da o koşulları esas alıp politik çatışmayı şiddetlendirmektir zaten.
Dolayısıyla kapitalizmle mücadele, ancak kapitalizmin somut biçimlenişlerini dikkate alan bir siyasal bakışla mümkündür. İşte, kapitalizmin somut biçimlenişleri dendiğinde, gündemimize gelecek olan şey, sermaye egemenliğinin politik gövdesi olarak devlet aygıtıdır. Burada “devlet aygıtı” kavramını, sadece resmi kurumları değil, bütün bir politik sistemi/rejimi tanımlayan bir anlamda kullanıyoruz. Bu biçimde tarif ettiğimizde devlet aygıtı için şunları söylemek mümkün hale gelir: Devlet aygıtı, sermaye sınıfının varoluş koşullarını yeniden üretip korur. Bunu yapmak için de sermaye birikiminin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, artı-değerin gerçekleşeceği piyasa mekanizmalarının korunması, sermaye mantığının ve değerlerinin benimsetilmesi ve/veya meşrulaştırılması ve bütün bunlara yönelen muhalif ya da bozucu unsurların baskı altına alınması gibi temel işlevleri hayata geçirir.
Ollman’ın belirttiği gibi, siyasetin alanı burasıdır ve bu nedenle siyasal faaliyetin hedefinde devlet aygıtı, devlet aygıtının ele geçirilmesi ve dağıtılması vardır. Bu anlamda, marksist açıdan siyaset, politik mücadeleyi ve gündemleri sınıf mücadelesini bulanıklaştıran çapaklar olarak görmenin tersine, sınıf çıkarlarını politik mücadelenin gündemleriyle örtüştürmek anlamına gelir.
Marksizmin işçi sınıfına tanıdığı ayrıcalık, üretimdeki bir temel rolü, siyasetteki bir temel rolle birbirine bağlamasıdır; yoksa üretimdeki temel rolü açığa çıkarma, altını çizme ya da betimleme çabasıyla siyasetin bir ilgisi yoktur.
Başta alıntıladığımız cümleye dönersek, siyasetin önemsizleşmesi karşısında, siyaseti yeniden etkili ve sonuç alıcı bir pratiğe dönüştürmek için üretimdeki temel rolün siyasetteki temel role bağlanması dışında bir yol da yoktur zaten.
Gelgelelim, Türkiye’de sosyalist hareketin sınıf ve siyaset arasındaki ilişkiye dair tutumu burada çizdiğimiz çerçeveye pek de uymamaktadır. Türkiye’de sınıf siyaseti denince “işçilerin arasına gitmek”, “emekçilerle nefes almak”, “yoksulların ıstıraplarına ortak olmak” gibi şeyler anlaşılmaktadır. Oysa bu tutum, tam da kaçtığını iddia ettiği şeye, yani liberal kimlik siyasetine yakalanmaktır.
Öncelikle, sosyalistlerin işçi sınıfının acısına, kahrına, bedbahtlığına ortak olmak türünden bir misyonu nasıl politize edeceği belirsizdir. Eğer bir çile dergahı kurulmayacaksa, bu duygunun nasıl örgütleneceği de muammadır. Bu tür bir tutum, bilimsel ve teorik araştırmadan edinilmiş sonuçları vicdan ve duygulanım dünyasına tahvil etmekten öte bir anlam da taşımamaktadır. Dahası, “işçilerin yanında durmak”tan, “emekçilerle sevinip üzülmek”ten söz eden dil, sosyalistlerin, işçilerden farklı olan yaşam standartlarından “aşağıya” inmek teveccühünü gösteren erdemli ve vicdanlı bireyler olduklarını ima eden ve böylece eşitsizliğin/tahakkümün örtük biçimde yeniden üretildiği bir ayrıcalık duygusunu güçlendiren sol-liberal üsluba aittir.
“Postmodern duyarlılık siyaseti” denebilecek bu üslubun temel niteliği, siyaseti, mikro düzlemlerde sergilenen performanslar sayesinde duyarlılık yaratmak ve yaratılmış duyarlılık üzerinden bir toplumsal taraflaşma oluşturmaya çalışmak olarak kodlamasıdır. Bu tarz, siyasetin katı çekirdeğini, yani uzlaşmaya ve müzakereye açık olmayan sınıf çıkarlarını bir duyarlılık derekesine indirgeyerek öznelleştirmenin, kolektivize edilmiş kişisel hassasiyetlere dönüştürmenin, böylelikle siyaset ile iktidar arasındaki ilişkiyi (farkında olmadan da olsa) koparmanın yollarından biridir.
Oysa siyaset, mağdurların acılarını veya kaderlerini üst üste yığma işi değildir; siyasetin ayırt edici yönü, sömürülenlerin ve ezilenlerin siyasal mücadelelere ve hareketlere katılımını sağlayacak kulvarları örgütleme işidir. Deyim yerindeyse, siyaset alanını terk edip “sınıfa gitmek” değil, sınıfı siyaset alanına taşımaktır.
Dolayısıyla, “yüksek siyaset” gibi ne anlattığı belli olmayan kavramları eleştiriyor görünerek sınıfa gitmekten, sınıfın içine gömülmekten, sınıfla ağlayıp gülmekten söz eden önermenin, siyaseti mikro uğraşlara sıkıştırmak, siyasetin gündemlerini acı ve kahır gibi boydan boya öznel deneyimlerle doldurmak, giderek siyasal mücadeleyi bir çile dergahına döndürmek dışında bir anlamı yoktur.
Toparlarsak, bugün sosyalist hareketin çözmesi gereken açmaz, Therborn’un sözleriyle, şurada düğümlenmektedir: Sınıfsız bir mücadele siyaseti ile mücadelesiz bir sınıf siyaseti.
Çünkü siyasetten kaçış, hep bu iki ana kulvar üzerinden gerçekleşir.
Ve Sophokles’in Philoktetes’te söylediği gibi, “kaçış yolunda her rüzgar iş görür”.