Umut... samimi, yalın ve asildir. İyimserdir. Sanılanın aksine, romantik değil devrimcidir...
Peki umutsuzluk öyle midir? Bana sorarsanız bir yanının açık yürekli ve çıplak olduğu söylenebilir. Ama şüphe yok ki melankoliktir. Devrimci değil çaresizdir...
Türkiye solcularının umudunu kıran tek dönemi apaçık öğrenebileceğimiz kaynak romandır. Çünkü romanın konusu insandır ve ister “küfür romanı” isterse “hüzün romanı” olsun, içindeki hakiki duyguların gizlenebilmesi gerçekten zor iştir.
Muzaffer Oruçoğlu'nun bir romanının hüzünlü bir kısmını hatırlıyorum; 12 Eylül'ün tutsağı olan bir solcu, ring aracının küçük mazgalından dışarıya bakıp, “Halkımıza bak halkımıza, kendi dalgasında, rüyasında, küçük dünyasında sürünüp gidiyor. Tövbe hiç bizi düşündükleri yok. Slogan atsak düğün alayı sanacaklar” diye söylenirken açık yürekli lakin yazarı kadar umutsuzdur...
Umut yitince, en güzel yemeklerini çocuklarına değil de misafiri olan devrimcilere sunan, kolundaki bileziği, köyündeki toprağı satıp devrime bağışlayan karakterler yerini biçare ve ürkek olanlara bırakır... Halkı için gözü kıpırtısız ölüme giden devrimci, kendini halkından korumak için bir mezbeleye saklanan kaçağa dönüşür... Umut cesarettir...
12 Eylül generallerinin karar alıp darbeden üç ay sonra TRT'nin yılbaşı programında parlattığı ve şöhret yaptığı kadın şarkıcıyı hatırlar mısınız?
Kibariye... Yalnızca saflık, gam ve cehalet yüklü olduğu için değil, çokça umutsuzluk yaydığı için de ünlü olma şansına erişmişti... Biz “Eylül'ün küçük çocukları” o zamanlar gözümüzle görmüş, kulağımızla işitmiştik; “Kim bilir bu gidişin dönüşü olacak mı... Ufkumda batan güneş bu sabah doğacak mı...”
Eylül'ün insanları bu sözleri tekrar tekrar dinliyor, efkarlanıp masaya vuruyor, kendini kaybediyordu...
Ve bakın Eylül faşizmine direnen devrimcilerin hayatında bile yerini nasıl buluyordu: “Ne olur ne olmaz diye gece yatarken silahlarımızı yastık altına koymayı ihmal etmiyorduk. Biraz arabesk takılarak Kibariye’nin ‘Kim bilir bu gidişin bir sonu olacak mı?’ şarkısını çalıyorduk sık sık. En çok da ‘ufkumda batan güneş bu sabah doğacak mı?’ dizesini dolamıştık dilimize.” (Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl - Yordam Kitap)
*****
Belirsizlik, korku, karamsarlık, umutsuzluk... bunlar 12 Eylül düzeninin tuğlalarıydı. Ve konuya gelip tekrar ediyoruz; o tuğlaların hepsi yıkıldı, artık başka bir tarihi yaşıyoruz...
“Haziran çocukları”nda korkudan, umutsuzluktan, sevgisizlikten eser bulamazsınız. Türkiye'de sosyalist iktidar mücadelesinin bayrağını ileriye taşıyarak eşitlik, özgürlük kavgasının öncüsü olacak bir yeni devrimciler kuşağı... Haziran'ın bize kazandırdığını düşünüyoruz. İsyanı, en çok da ülke insanına ve solcusuna umut veren bir dönemi başlattığı için önemsiyoruz. Türkiye'de bundan sonra yazılacak roman kahramanları, bayrak taşıyıp cenk tutan, ekmeğini ve sevgisini paylaşanlardan doğacak. Buna inanıyor, bunu biliyoruz...
Ancak ışığın parlak olduğu yerde gölge ve karanlık da koyulaşıyor. Kimileri büyüyen mücadeleden korkuyor. Kendi diktatoryasını inşa ederken solu küçültmek, küçük düşürmek, umutsuzluğun deryasında boğmak için çabalıyor... Buyursun denesin diyoruz.
Peki ya bizden sayılanlar? Bazıları umursamazca konuşuyor. Bir parçası olup, eleştirip, yön göstererek kavgayı büyütmek yerine kolay olanı, sadece akıl verip, don biçmeyi seçiyor. Kendileri yerinde sayıp küçük dünyalarına hapsolurken başardıkları ise umut kırıcılık, solun itibarsızlaşması ve dile düşmesinin ötesinde bir şey olmuyor...
Sol adına bir kazanım mı oldu, toplum yüzünü biraz sola mı döndü?
Yine solun yakasından bir türlü düşmeyen liberal, hemen ezberine sıvanıp başlıyor; bizim sol halkın değişim isteğini anlamıyormuş, içe kapanmacıymış, tutucuymuş, baksana Kemalist cumhuriyete nasıl tutunmuş, üstelik statükoya sarılıyormuş ve çok sesli siyaset yapamıyormuş... komşudaki sol süpermiş.
O bitirmeden, bizim topraktan saydığımız ama gel gör ki kendilerine sorsan arşa ulaşmış... sürekli kendi cılız sesini duyup hayranlarının çığlığı zanneden “akıl” konuşuyor; solumuz bekle görcüymüş ama o sırada tecavüze uğruyormuş, umutsuz, inançsız, beceriksiz ve kuyrukçuymuş... Devrimin ne olduğunu hatırlamıyormuş...
Peki siz devrimciliğin ne olduğunu hatırlıyor musunuz? Bu seviyesizlik, bu güvensizlik, sola dönük bu sevgisizlik de nedir? Bu hiddet nereden besleniyor?
Biliyoruz ki nedensiz değil... Çünkü kavga eden, eleştirebilen, kararlı insanı yaratmak, mürit çıkarmaktan çok daha zordur. Ve bu söyleneni, toplumsal mücadelede etkin olma yeteneği olmayıp da malumatfuruşlukta yetkinleşenler hepimizden çok daha iyi biliyor.
“Menfaatler istikâmetini değiştirirse, mantık da değişir” diye yazmıştı Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde... Ne yazık ki, hepimiz Haziran'a aynı doğrulukla bakamadık. Bazılarımız milyonlarca insanı bağrına basan isyandaki halkçı, ilerici damara gözünü dikip yeni bir toplumsallık yaratmaktan bahsederken... bunlar o sırada bir tarafta Kemalist darbecileri, diğer tarafta liberal barikatçıları arıyorlardı...
Ve bakmayın başlıkta enstitü dediğimize... konuşmaları, adımları, yazılarıyla, öfke, kibir ve bilgiçlik taslamalarıyla... sanki kendileri sarraf terazisiymiş gibi sürekli biçimde diğer solculara ayar vermeye çabalayan, sahip olduğumuz ve mühimsediğimizin bir umutsuzluk ve yenilgi olduğuna bizi ikna etmeyi deneyen, “umudu örgütlemeliyiz” dediğimizde, “hayır görevimiz umutsuzluğu aramaktır” diye bizi geriye ittiren bir kusma kulübünün üyeleri gibi düşünüp, davranıyorlar...
Biz ise yolumuza devam ediyoruz.
Çünkü çocuklarının okulunu koruyan kadınların direncinde, grev yasaklanamaz diyerek yürüyen metal işçilerinin kararlılığında, Haliç'te, “Onbeşlerin bayrağı bizim ellerimizdedir” diyen liseli devrimcinin heyecanında, “isyan etmekten vazgeçen insanlıktan vazgeçer” diye konuşan gözlerde gördük.
Gördük ki umut dimdik ayaktadır...