Soru ile yanıt arasındaki ilişki malumunuz. Her soru bir yanıt aramak için sorulur, her yanıt da bir soruyu yanıtlamak için verilir. Ama bu ilişki her zaman doğrudan ve ardışık olmak zorunda da değildir. Bazen bir soru, yanıtı bulunamadığı halde, yıllarca sorulabilir ve sadece soru olarak bile faydalı olabilir. Öte yandan, bir yanıt, hangi soruya yanıt verdiğini, ancak belirli bir zaman geçtikten sonra belli edebilir.
Soru ile yanıt ilişkisi bellidir yani, ama bu ilişkinin karakteri o kadar da pürüzsüz ve kesin değildir.
Hele iş felsefeye geldi mi, soru ile yanıt arasındaki ilişkinin karakteri basbayağı değişir. Örneğin, bir felsefeci bir soru ortaya atarken, o sorunun bir yanıtı olup olmadığını bile düşünmez çoğu zaman. Soru, bir gün mutlaka yanıtlanacak olmasına rağmen, o yanıttan bağımsız olarak formüle edilmiştir zaten. Yanıtın baskısından, aciliyetinden azade olarak ortaya atılmıştır. Bu yüzden, her dönem verilen yanıtlar değişmiş olmasına rağmen, felsefede tek bir soru yüzyıllar boyunca değişmeden durabilmiştir. O halde, yaygın bir deyişte dendiği gibi, felsefe için önemli olan sorunun kendisidir, yanıtı değil.
Peki siyaset için aynı şey söylenebilir mi?
Elbette hayır.
Siyaset ile felsefe arasındaki birçok farklılık, zaten bunun olamayacağının kanıtıdır. En önemlisi ise, siyaset ile felsefe arasındaki zemin ve hedef farkıdır. Zeminlerinin ve hedeflerinin farklılığı, siyaset ile felsefenin soru-yanıt ilişkisindeki niteliğini köklü biçimde ayırmaktadır.
***
Ne kast ediyoruz?
Felsefenin tarihsel ve toplumsal gerçeklikle bağı daha dolaylıyken, siyaset açısından bu bağ son derece dolaysız, somut ve birebirdir. İkincisi ise, felsefenin bir hedefi ya da ereği yokken, siyasetin gayet kesin ve tanımlanabilir hedefleri vardır. Zaten siyasette başarı diye bir kriter söz konusuysa, ortada böylesi kesin hedefler olduğu içindir. Bu tür kesin hedeflere sahip olmadığından, felsefede “başarı” diye bir kriter yoktur mesela. Hiçbir filozof, “başarısız” olduğu için yerilmemiştir; oysa tarih başarısız siyasetçilerle doludur.
Dolayısıyla, felsefede olanın tersine, siyasette sorular değil, yanıtlar önemlidir. Siyasetteki başarının kriteri, doğru soruları sormak değil, doğru yanıtlar verebilmektir. Bu anlamda, siyasetçi karşısına çıkan sorulara, somut ve gerçek yanıtlar üretmek zorundadır.
Elbette her soruya elinde tuzlukla koşmak gereksizdir. Kimi zaman mevcut soruların size sunuluş şekline müdahale etmek, soruyu yanıtlamadan önce sorunun formüle ediliş biçimini değiştirmek de mümkündür. Bu da siyasette bir ustalık belirtisidir. Ancak tüm rakiplerine aynı çalımı atmaya kalkan bir futbolcunun bir süre sonra kimseye çalım atamaz hale gelmesi gibi, bu manevraların da bir sınırı vardır. Dahası, bazen karşınıza çıkan soru o kadar acil ve kesindir ki, çalıma falan vakit kalmadan doğru yanıtı vermeniz gerekir.
Kısacası, siyaset yapıyorsanız somut ve gerçek yanıtlar üretmeli, üretmeyi öğrenmelisiniz. Çünkü başarı ya da başarısızlığın ölçüleceği en objektif kriter, verdiğiniz yanıtların işe yarayıp yaramadığıdır.
***
Sosyalistler açısından, soru-yanıt ilişkisinin iki ayrı açıdan ele alınması mümkündür. Birinci düzlemde, sosyalistlerin kendilerine özel gündemlerde ürettiği yanıtlar vardır. Örneğin, bir siyasal hedefe nasıl yürüneceği, tarihsel bir olguya nasıl yaklaşılacağı, mevcut konjonktürde nasıl etkili olunacağı türünden sorulara verilen yanıtlar bu düzlemi oluşturur.
İkinci düzlemde ise, toplumsal formasyon düzeyindeki sorulara, yani ülkenin ve halkın karşı karşıya olduğu sorulara verilecek yanıtlar yer alır. İşsizlikle nasıl mücadele edileceği, seçimde nasıl bir tavır alınacağı, savaş ihtimaline nasıl karşı durulacağı gibi soruların yanıtları bu düzlemdedir.
Biraz sivrilterek ifade edecek olursak, Türkiye’de sosyalistlerin her iki düzlemdeki sorulara verdiği yanıtlar, tek bir örüntüyü ya da kalıbı yansıtmaktadır. Birkaç örneğini de vereceğimiz bu kalıba ise “üçüncü yolculuk” diyebiliriz.
Örneğin, “Türkiye sosyalist hareketi kendi tarihine nasıl yaklaşmalıdır?” sorusuna ezberden verilen yanıt, “ne reddiyecilikle ne de kopyacılıkla” gibi bir şeydir. Ancak dikkat edilirse, bu yanıt esasında bir “yanıt” değildir. Daha doğrusu, “nasıl yaklaşmalıdır?” sorusuna değil, “nasıl yaklaşmamalıdır?” sorusuna verilmiş bir yanıttır. Saatler süren, sayfalar dolduran bir tartışma, nihayetinde gerçek bir yanıta ulaşmadan sonlandırılmış olur böylece.
Örneğin, “sosyalist hareket etkili olmak için ne yapmalıdır?” sorusuna verilen ezbere yanıt, “ne toplumsal dinamiklerin kuyruğuna takılmalı ne de toplumdan izole olmalıdır” gibi bir şeydir. Aynı örüntü burada da geçerlidir ve esasında “ne yapmalı?” sorusuna değil, “ne yapmamalı?” sorusuna yanıt verildiği açıktır.
Dediğimiz gibi, bu “üçüncü yolcu” örüntü ya da kalıp, sadece sosyalist hareketin iç gündemlerine özgü değildir.
Örneğin, 2010 yılındaki referandum sırasında, AKP’nin bu referandumda doğrudan doğruya kendi iktidarının meşruiyetini masaya sürdüğü açıkken, solun bir kesimi boykot gibi gerçeklikten uzak bir tutum seçmiştir. Bir kez daha, halkın karşı karşıya olduğu çok somut bir soruya, “üçüncü yol” işaret edilerek yanıt verilmemiş olmuştur.
Bu tutumdaki tuzak ise, bahsettiğimiz örüntünün doğrulara dayanmasından gelmektedir. Diğer bir deyişle, mesela toplumsal dinamiklerin peşine takılmamak da toplumdan izole olmamak da genel geçer doğrular olduğu için, söylendiğinde herkese gerçek yanıtın bulunduğu hissini vermektedir. Oysa, somut ve gerçek yanıt hala bulunmayı beklemektedir.
“Ne o ne bu” örüntüsünü güçlendiren bir başka doğru ise, üçüncü yol olarak önerilen seçeneğin de kocaman bir doğru olmasıdır. Yani, örneğin “o da değil bu da değil, sadece sosyalizm” dediğimizde, böylelikle kapitalist toplumdaki sorunların nihai çözümü için sosyalizmi işaret ettiğimizde hiç de inkar edilemeyecek bir doğruyu dile getirmiş oluyoruz.
Ama, tüm sorunların soyutlama ile çözüme kavuşturulması mümkün olmadığı gibi, hitap ettiğimiz emekçi kitleler de bizden felsefi bir soruşturmanın sonuçlarını değil, hemen, şimdi, acil olarak hayata geçirebilecekleri bir yanıt beklemektedir. Bu yanıtı, düzenin sınırlarına hapsolmuş bir biçimde vermek başkadır; ama verilecek her yanıtın mutlaka düzen içi kalacağını düşünerek yanıt vermekten peşinen kaçınmak başka.
Eğer siyasette bir başka tür ustalık da söz konusuysa, o da hem geniş kitleler tarafından anlamlı ve uygulanabilir bulunan bir somut seçenek sunmak hem de bu seçeneği sosyalizm hedefiyle bütünleştirebilmektir. Bunu beceremiyor olabiliriz elbette, ama kendi beceriksizliğimizi sosyalist hareketin bütününe dayatmaya kimsenin hakkı yoktur.
Dolayısıyla, karşı karşıya olduğumuz çıkmaz, evrensel ve soyut bir doğrunun ışığını kendi gözümüze tuta tuta diğer her şeyi görmemizin kendi ellerimizle engellenmesi durumudur. Tarihe ve topluma yüksek bir soyutlama düzeyinden bakan sosyalistler açısından sosyalizmden aşağısına tenezzül etmemek son derece anlaşılır bir tutumdur. Asıl sorun ise, sosyalizmin somut ve gerçek bir yanıt haline getirilip getirilemeyeceğidir.
***
Bu köşede daha önce de tartıştığımız strateji ve taktik sorunları, tam da burada devreye girmektedir. Çünkü günümüzde sosyalistlerin iktidar hedefi ile halkın mücadele gündemleri arasında büyük bir boşluk vardır. Üretilecek somut ve gerçek yanıtlar, sosyalizm ile halkın güncel mücadelesi arasındaki köprüleri kuracak, böylelikle sosyalist iktidar arayışını gerçek bir toplumsal kuvvetle buluşturacak yegane yoldur.
Velhasıl, Türkiyeli sosyalistler olarak, giderek sürekli aynı çalımı atan futbolcuya benzemekteyiz. Artık o çalımı hiç atmayalım diyen yoktur tabi; ama çalımın ardından iyi bir uzun pas verebilmemiz, hızlı bir depara kalkabilmemiz ya da sert bir şut çıkarabilmemiz de gerekmektedir. Bunun için de teknik, taktik, fizik kondisyon gibi diğer alanlarda da idman yapmaya hızla başlamak şarttır.
İdman ise, toprak ya da çim, karlı ya da yağmurlu, her koşulda sahaya çıkarak, sahada olarak yapılır.