Yakından izleyenler ve gözden kaçırmayanlar mutlaka olmuştur. Türkiye sosyalist hareketinin bileşeni olan ve farklı geleneklere yaslanan birçok örgüt, öncelikle kendi içinde ve kısmen dışarıya da taşıyarak bir tartışma yürütüyor. İçerdiği kaygı ve politik odaklanması itibariyle “çıkış arayışı” olarak özetlenebilecek ve kanımca -cüzi de olsa- bir yeni harmanlanma ile sonuçlanabilecek bu dikkate şayan tartışma sürecinin benzer gerekçelerle ve aynı zaman diliminde yapıldığını söylemek de mümkün.
Yine belirli gözlemlere dayanarak şunu da söyleyebiliriz; sosyalistlerin daha çok kendi örgütsel mekanizmaları içerisinde ve belirli ölçülerde sol kamuoyuna taşıyarak gündeme getirdiği bu tartışma süreci en gösterişsiz haliyle iki ana başlık altında özetlenebilir: Birincisi, Türkiye sosyalist solunun, özgün ideolojik kimliği ve bağımsız devrimci siyasetiyle toplumsal mücadele alanlarına hitap edebilmesi ve kitleselleşmesi gerekmektedir. Yani siyasette alan tutması ve genel olarak politik süreçlerin işleyişine etki edebilmesi arzu edilmektedir. Ve ikincisi, sosyalist solun, ilk maddede belirtilen hedefi başarabilmesi için (aynı zamanda); günlük siyasal mücadeleye yön verebilen etkili kadrolardan oluşan örgütlere ve bugüne yanıt üretebilen, güncellenmiş devrimci Marksist bir doğrultuya ihtiyacı vardır. Farklı öznelerin yürüttüğü tartışmalardan yansıyanların kaba özeti böyle olabilir.
Ayrıca, gündemdeki tartışma kimilerine göre tarihin tekerrüründen ibaret olarak görülecekse de günceldir, gerçektir ve devindiren bir niteliğe sahiptir. Mümkün olduğunca açıklıkla ve kapsayıcı biçimde yapılması, söz konusu arayışa denk gelen sonucu yaratma ihtimalini de kuvvetlendirecektir.
***
Peki neden tartışıyoruz? Neden şimdi ve hangi saikle?
2019 yılında dünyanın farklı bölgelerinden 50'ye yakın noktada, çoğu bulunduğu ülkedeki siyasal dinamiklerin konumunu da yeniden belirleyebilecek ölçekte olan kitle eylemleri yaşandı. Bunların en az 10 tanesi devrim süreçlerinde karşılaşabileceğimiz radikal eylemleri içeriyor. Sadece son birkaç ayda Lübnan'da, Şili'de, Ekvador'da, Irak'ta, İran'da, Hong Kong'da, Endonezya'da yaşanan halk hareketlerine bakıldığında dahi, şimdilik uluslararası hegemonik devletlerin dışında tüm dünyanın halk öfkesiyle kaynama halinde olduğu anlaşılıyor. Haiti, Hong Kong, Lübnan gibi isyanların ABD etkileşimine açık olduğu, Irak'taki “Açların İsyanı”nın İran'ın karşı örgütlenmesine maruz kaldığı doğru olsa dahi sokağa çıkan insanların taleplerinin asılsız değil gerçek olduğu da kabul ediliyor. Kapitalist-emperyalist iktidarların bu halk öfkesine verdiği yanıt ise gittikçe daha fazla şiddet ve kimi sigortaları sağlamak için, isyan eden halklara “kötü örnek” olacak sol iktidarları darbe ve ekonomik saldırı gibi yöntemlerle çökertmeye çalışmak oluyor.
Dünyadaki sosyalist- komünist partiler ise ne yazık ki, bu halk eylemlerinin örgütleyicisi veya sürükleyicisi değil katılımcısı, iyi ihtimalle aktörler arasında eşitlerden biri konumunda duruyor. Halk hareketleri siyasal partilerin etkisinden uzak, lidersiz ve çoğu durumda yönsüz ilerliyor. İşte sosyalist sol için sorun da bu noktadan itibaren vücut buluyor, dahası, eksiklik devleşiyor.
Siyasal mücadele tarihi açısından kısa, ancak güncel siyasete müdahale zorunluluğu söz konusu olduğunda uzun sayılabilecek bir zamandır sosyalist solun belirleyici bir etkisinden söz edemiyoruz.
Türkiye özgülünde ise şöyle söyleyebiliriz; Gezi/Haziran İsyanı'ndan bu yana geçen beş buçuk yıla baktığımızda, ülkemizde kapitalist sınıfın emek sömürüsünü ve yoksulluğu artırdığını, sistemin daha fazla otoriterleştiğini, kitlesel katliamların, emekçi intiharlarının sıradanlaştığını veya benzer anti-kapitalist sinir uçlarını ayağa kaldırması gereken esaslı gelişmeleri gözlemek mümkün. Fakat heyhat, Türkiye sosyalist hareketinin de politik-örgütsel ağırlığı nedense oluşamıyor ve işçi sınıfının, emekçilerin güncel hak mücadelelerine dahi etki edemiyor. Toplu intiharların yaşandığı ülkemizde sosyalistler sokakları hareketlendiremiyor. Gizlimiz saklımız yok, tam da bu tablonun işaret ettiği sarih hakikat, sosyalist solun siyasal süreçlere gerekli devrimci müdahaleyi yapamadığını ve bir tıkanma (kriz) yaşadığını gösteriyor. Bu söylenenden elbette "ortada hiç çaba yok" sonucu çıkarılmasın ve yaptığımız bu saptamanın da yeni olmadığını belirtelim. Benzer çıkarımları farklı sol-sosyalist örgütlerin yazılı ve sözlü değerlendirmelerinde görmek mümkün.
***
Konuya başka bir soruyla devam edeceğiz: Neden kriz yaşıyoruz?
Birden çok neden sayılabilir. Ancak bu nedenler sadece sosyalist hareketimizin o mahut örgüt içi iktidar kavgaları ya da yine sol içine dönük benmerkezci politik anlayışıyla, solun birleşememesi veya ülkedeki faşist yönetim gibi nedenlerle sınırlı tutulamaz. Bize göre öncelikli olan neden, sosyalist solun, kapitalizmin sistemik dönüşümünü ve toplumsal muhalefet dinamiklerindeki farklılaşmaları yeterli teorik-politik titizlikle çözümleyip güne uygun bir devrimci iktidar perspektifi üretememesidir...
Neoliberal kapitalizmin en belirgin özelliği, sosyal devletin topluma karşı sorumluluklarından sıyrılmaya başlaması ve bununla birlikte özelleştirme, emek süreçlerinin esnetilmesi gibi yöntemlerle örgütlü emeğe, sınıf hareketine dönük saldırganlığın zincirlerinden boşanmasıydı.
Kapitalizmin demokrasiden vazgeçip daha fazla otoriterleşme eğilimi bugün tüm açıklığıyla görülüyor. Erdoğan, Trump, Duterte, Bolsonaro gibi nobran ve pervasız liderler sistemin mevcut idari anlayışını, “yeni normal”i temsil ediyorlar. Dünya neoliberal sömürüye teslim olurken ne yazık ki işçi sınıfı hareketi de küçüldü ve sermaye tahakkümü güçleniyor.
Tüm bunlarla birlikte, neoliberalizmin gelişimi, sistemin işleyişinde kimi farklı politik ve organizasyonel şekillenmelerin de yolunu açtı.
- “Post-endüstriyalist” dönem olarak da adlandırılan yakın zamanımızda imalatın payı küçülerek üçüncü dünya ülkelerine taşındı. Bunun yerine bilginin satılmasının, dijitalleşmenin, robotizmin hakim olduğu bir kapitalist endüstri hakim hale geldi.
- Bu dönüşümle birlikte orta sınıflar hızla işçileşmeye, ikinci sınıf ve geleceksiz işçiler dünya geneline yayılmaya başladı (Halk isyanlarında işçileşen orta sınıfların, güvencesiz işçilerin ve öğrencilerin oranı dikkat çekici). İşçi sınıfı nicelik olarak büyürken, sektörel dağılımdaki ağırlıklar değişti, “gri yakalı” işçilerin ve kent yoksullarının ölçeği büyüdü.
- Devletin toplumsal alandan çekilmesi, siyasal alanda beliren toplumsal öbeklerin kendi çabalarıyla organizasyonlar kurmalarının koşullarını yarattı. Yoksul kesimlerin hususi yöntemlerle var ettikleri dayanışma modelleri, konseyler, otonomlar, sosyal hak mücadeleleri genel toplumsal direnişi ve iktidar karşıtlığını temsil etmeye başladı.
- Kimlik mücadeleleri, fabrika dışı yerel direniş odakları güçlendi ve iktidarları tehdit eden yapılara dönüştü. Toplumsal cinsiyet, ekoloji, ırkçılık karşıtlığı, azınlık hakları, yerli hakları gibi diğer ortaklaştırıcı mücadele alanları yaygın hale geldi.
Günümüzde kapitalist iktidarlara karşı yükselen bu mücadele biçimlerine “ikinci dalga hareketler” deniyor. 1960'larda, 70'lerde tüm dünyada yükselen gerilla tarzı şiddet içeren direniş hareketleri yerini, kent merkezlerinde ve diğer yaşam alanlarında silahsız ancak şiddeti dışlamayan hareketlere bıraktı.
Sosyalist-komünist özneler geçmişte bu yeni dalga hareketlerle ilişkilenmek ve iktidar perspektifi kazandırmak yerine bu dinamikleri dışarda tutmayı ve Marksist ortodoksi adına çeşitli biçimlerde karşıya almayı tercih etmişti. Dönemin fiziki koşulları, Sovyetler ve sosyalist blok üzerindeki kuşatma gibi argümanlar sunulabilir. Haklı argümanlardır ancak sonuçta bugün sosyalist siyaset bu ezberi bozan yeni dalga hareketlerin dışında kalıyor.
Özetlersek, şimdi biz sosyalistler, komünistler hep beraber, bu yeni dünyaya doğan yeni muhalefet hareketlerinin, bu anti-iktidarcı dinamiklerin zil, maske ve ateşten oluşan raksını izlemeyi bırakıp birlikte salınmayı... Zil, maske ve ateşten oluşan salınımlara nasıl yön vereceğimizi tartışıyoruz. Yönsüz ve hedefsiz kalan dip dalgaların parçalanarak dağılmaya muhtaç olduğunu bilecek kadar siyasi mücadele deneyimleriyle dolu tarihimiz...
Sosyalist hareketimiz ve sol yanımız için geliştiren ve netleştiren bir tartışma olacağına inanıyoruz. Arayışımız buzu kırıp yolu nasıl açacağımız üzerinedir ve insanlık tarihinin en devrimci sorusu olduğu şüphesizdir.