Marx Grundrisse adlı çalışmasının bir yerinde “genel anlamda” üretimin olmadığını, her üretim etkinliğinin belirli koşullar altında gerçekleştirildiğini söyler. Yani “genel anlamda” üretim, sadece bir soyutlamadır ve yöntemsel düzlemde vazgeçilmez bir terminolojik fayda sunar. Ancak gerçek yaşamda, toplumsal alanda üretim, mutlaka içinde gerçekleştirildiği koşulların biçimlendirdiği bir etkinliktir.
Marx’ın “üretim” kavramı için önerdiği, kuşkusuz, siyaset için de geçerlidir. Diğer bir deyişle, tıpkı üretim gibi, “genel anlamda” siyaset de sadece bir soyutlamadır. Bunun ötesinde ise siyaset, mevcut koşulların ve toplumsal zeminin somut özellikleriyle bağlantılı olarak tanımlanabilir.
Demek ki her soyutlamanın gerçek yaşamdaki somut koşullarla ilişkiye sokulması, yani özgülleştirilmesi gerekiyor.
Bu yüzden, siyaset yapma niyeti olan özne de kendi konumunu ve hedeflerini sürekli ve yeniden özgülleştirmelidir.
Bu noktada, söz konusu özgülleştirmenin hangi parametreler üzerinden yapılacağı sorusu çıkıyor karşımıza. Eğer konumuz siyaset ve toplumsal yapının dönüştürülmesi ise, sorunun yanıtı da toplumsal ilişkilerin içerisinde aranmalıdır. Yani, siyaseti somutlaştırıp özgülleştirmek için bakılacak yer, o dönemin konjonktürü ve toplumsal dinamiklerin hareketlilik derecesidir.
Daha da açık olarak söylersek, “genel anlamda” siyasetin ötesine geçip verili konjonktüre müdahale edebilecek ve toplumsal dinamikleri yönlendirebilecek bir somut siyaset biçiminin oluşturulması için, söz konusu toplumdaki tarihsel ve güncel mücadele başlıklarını, sınıflar arasındaki güç ilişkilerini, iktidar ile devlet aygıtının meşruiyet durumunu, farklı toplumsal kesim ve grupların talep ve beklentilerini, bu beklentilerin sistem tarafından karşılanıp karşılanamayacağını hesaba katmak, bunların her birine yönelik pratik ve gerçekçi yaklaşımlar geliştirmek gereklidir.
Bu iş burada söylendiği kadar kolay mı peki? Görünen o ki, siyasete bakışı belirleyen kimi alışkanlıklar nedeniyle, hiç de kolay değil.
Tam bu noktada ise Lenin’in iki uyarısını hatırlamak gerekiyor.
İlk uyarı şöyle: “Komünistlerin düştükleri en büyük ve en tehlikeli yanılgılardan biri, bir devrimin yalnızca devrimciler tarafından yapılabileceği fikridir”.
Kuşkusuz bu uyarı devrimin devrimci olmayanlar tarafından yapılacağı anlamına gelmiyor. Lenin’in vurgusu, sadece, komünistlerin ve devrimcilerin ancak geniş kitlelerle ve toplumsal hareketliliklerle ilişkilenerek devrimi başarıya ulaştıracağına yönelik. Zira, bu uyarının işaret ettiği en büyük tehlike, yine Lenin’e göre, devrimcilerin kitlelerden kopup tecrit olmasıdır.
İkinci uyarı ise şu sözlerle ifade ediliyor: “Proletarya diğer sınıf ve partilere asla ‘bir tek gerici kitle’ gibi bakmamalıdır: tersine bütün politik ve sosyal yaşama katılmalı, ilerici sınıf ve partileri gericilere karşı desteklemeli, mevcut sisteme karşı her türlü devrimci hareketi desteklemeli, her türlü ezilen ulusun veya ırkın, her türlü ezilen mezhebin, haklardan yoksun cinsiyetin vs. savunucusu olmalıdır”.
Üstelik Lenin bu uyarısını, proletaryanın bağımsız siyasal partisinin kurulması çağrısı ile aynı paragrafta dile getiriyor. Hem de birini diğerinin karşısına koymadan veya aralarında kronolojik bir sıralama yapmadan.
Devam edelim.
Marksizmin hem bilimsel hem de siyasal açıdan en üstün yanlarından birisi, kapitalist toplumun yasalarını ve temel çelişkisini açıklıkla tanımlamış olmasıdır. Emek-sermaye çelişkisi, hem kapitalist toplumun anlaşılması, hem kapitalizme karşı mücadelenin oluşturulması hem de kapitalizmden kurtuluşun sağlanması için merkezi ve belirleyici halkayı göstermektedir.
Öte yandan kapitalizmin temel çelişkisi olarak emek-sermaye çelişkisi, kapitalizmin tek çelişkisi değildir. Temeldeki eşitsizlik üreten yapı, beraberinde toplumsal yaşamın bütün alanlarında çok çeşitli eşitsizlikler ve çelişkiler de üretir. Marksizmin bilimsel ve evrensel tezi, bu çeşitli çelişkilerin temeldeki emek-sermaye çelişkisi tarafından belirlendiği; emek-sermaye çelişkisi ortadan kaldırılmadığı sürece diğer çelişkilerin de yeniden ve yeniden üreyeceği; dolayısıyla köklü ve tayin edici bir çözüm için siyasal mücadelenin nihai hedefinin emek-sermaye çelişkisini ortadan kaldırmak olması gerektiğidir.
Ama bu önermede, sürekli gözden kaçan bir ince çizgi var.
Çünkü marksizmin yukarıdaki tezi, emek-sermaye çelişkisi dışındaki çelişkileri, bir tür gereksiz mesai, angarya ya da temel çelişkinin fark edilmesini önleyen “çapak”lar olarak görmek ve bunlara burun kıvırmak anlamına gelmemektedir.
Emek-sermaye çelişkisi dışındaki hiçbir karşıtlıkla ilgilenmemek, buralarda ilerici veya dönüştürücü bir enerji görmemek, bu tür mücadele başlıklarına “düzen içi” diye kıymet vermemek, kof bir radikalizm taklidi olmanın yanı sıra, bizzat Lenin’in ekonomizm olarak adlandırdığı sapmayı da ifade eder.
Öyleyse, şimdi daha somut kimi sonuçlara gelebiliriz.
Eğer “genel olarak” siyaset diye bir şey yoksa, siyaset mutlaka verili konjonktür ve dinamikler ışığında özgülleştirilmeliyse, sabah akşam sosyalizmin lafzını sayıklamaktan ibaret bir pratiğe siyaset denemez.
Toplumsal yapının dönüşümüne bağlı olarak, farklı dinamikler farklı dönemlerde hareketlilik kazanırlar ve yine farklı ölçülerde ilerici/muhalif özellikler edinirler, edinebilirler. Bir dönem gündemde bile olmayan bir toplumsal dinamik, hareket niteliği kazanarak son derece önemli bir mücadele başlığı haline gelebilir.
Hangi dinamiklerin veya taleplerin ilerici karakter taşıdığını ise, verili koşullarda o talebin düzen sınırları içerisinde karşılanıp karşılanamayacağı belirler. Normal koşullarda düzenin ortalama kapsayıcılığı sayesinde bile pekala karşılanabilecek kimi talepler, özel kırılma anlarında ya da kriz uğraklarında düzen tarafından karşılanamaz hale gelebilir. Böyle anlarda, karşılanamayan taleplerin biriktirdiği enerji, tutarlı bir siyasal hatla buluşup yıkıcı bir güç kazanabilir.
Bu tür farklı dinamikler ve hareketlilikler, son tahlilde temel çelişkinin belirlenimi altında olsalar da, asla temel çelişkinin sahte veya yapay görünümleri değildir. O yüzden, örneğin kadın sorunu, en genel anlamda kapitalizmin eşitsizlik üreten yapısıyla ve temel çelişkiyle belirlenmiş olmasına rağmen, gereksiz bir meşguliyet, bizi temel çelişkiye yönelmekten alıkoyan bir angarya olarak görülemez.
Kadın sorunu için geçerli olan, laiklik, özgürlük, yurttaşlık hakları, iş güvenliği ya da sosyal politikalar gibi başlıklarda da aynı derece de geçerlidir.
Buradaki görev ise, tarihsel sabitimiz olan sınıf dinamiğini, o dönemin ilerici/yıkıcı dinamikleriyle ve hareketleriyle buluşturacak stratejinin ve yolun oluşturulmasıdır.
Velhasıl, sosyalizmin neredeyse bir “kimliği” ifade eder hale geldiği eski mücadele tarzı, etkin ve sonuç alıcı siyaset yapma fırsatlarının ortaya çıktığı günümüzde tümüyle geride bırakılmalıdır.
Sosyalistler kendi varlıklarına methiyeler düzüp bir gün önlerine serilecek kırmızı halıyı beklemek yerine, içinde yaşadıkları toplumda hangi güçlerin ilerlemeye yatkın olduğunu, hangi siyasal dinamiklerin rejimin varlığını sarsabileceğini, hangi hareketliliklerle ilişkilenebileceğini, hatta ittifaklar kurabileceğini somut olarak ortaya koymaya başlamalıdır.
Elinizde onu nasıl hayata geçireceğinize dair bir stratejiniz yoksa, sosyalizmi günde kaç kere telaffuz ettiğinizin veya içinde “işçi sınıfı” geçen kaç sosyal medya paylaşımı yaptığınızın falan hiçbir önemi yoktur çünkü.
Bugün laiklik mücadelesini devrimci bulmayanların, özgürlük mücadelesini liberallere bırakmayı savunanların, sosyal politikalar alanındaki kazanımları reformizm sayanların ya da çevre sorunlarına küçümseyici bir bilgiçlikle yaklaşanların sahip olmadıkları şey, bu somut ve pratik mücadele yoludur.
Bu yolu bulmak, muazzam bir aranışçılığı gerektirdiği için, kuşkusuz, biraz yorucudur.
Ama içinden geçtiğimiz dönemin ruhu, “aut viam inveniam aut faciam”* diyen Kartacalı Hannibal’in ruhudur.
*”Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız”