Burjuva devrimlerinin gericileşmesine dair mantık, hemen hemen her yerde aynıdır. Burjuvazi, “eski toplum” ile olan hesabını görüp bir kere egemenliğini kurduğu andan itibaren, bu defa “yeni toplum” ile mücadeleye tutuşmuş, bu mücadele içerisinde ise hızla geriye gitmiştir. Diğer bir deyişle, feodal rejimin zincirlerinden kurtulmak için cepheye sürdüğü ve toplumun geniş kesimlerinin de arzularını belli ölçülerde karşılayan ilerici hamlelerin sonuçlarına, hemen ardından kapsamlı ve şiddetli bir saldırıya girişmiştir.
Bu saldırı evrenseldir ve gericidir.
Çünkü burjuvazinin siyasal egemenliği, topluma vaat ettikleri ile karşılaştırıldığında açık ve telafi edilmez hasarlara yol açmıştır. Dolayısıyla, cumhuriyet gibi, burjuvazi ile halkı çıplak ve şeffaf biçimde karşı karşıya getiren bir rejimde, söz konusu siyasal egemenliğin meşruiyeti ve inandırıcılığı her adımda eksilmektedir.
Burjuvazi, feodal gericiliğe karşı savaşırken insanların eşitliğini haykırmıştır. Ancak zaferden hemen sonra, o eşitliğin ancak parası olanlar açısından bir anlamı olduğu ortaya çıkmıştır.
Burjuvazi, saltanat ve aristokrasi karşısında güç kazanmaya çalışırken, yurttaşlığı siyasetin tek ölçütü ve belirleyicisi olarak dile getirmiştir. Ancak egemenliğini artık garanti altına aldığını düşündüğünde, en temel yurttaşlık haklarının kullanılmasının dahi engellendiği açık hale gelmiştir.
Burjuvazi, dinsel taassubun karanlığıyla mücadele ederken, akıl ve bilimin yol göstericiliğinden dem vurmuştur. Ancak iktidara yerleştikten sonra, aklın ve bilimin sadece sermayenin daha büyük ölçülerde birikimi için kullanıldığı görünür olmuştur.
Ama cin şişeden bir kere çıkmıştır. Artık eşitsizlik tanrının çizdiği bir kader olarak görülmemektedir. Yurttaşlık hakkı artık ayrıcalıklı bir soydan gelenlerin tekelinde değildir. Akıl ve bilim insanın dünya üzerindeki yaşamını kolaylaştırmak için toplum çıkarına kullanılabilecektir artık. Feodal gericiliğin mazeretleri, geçerliliğini kaybetmiştir.
Bütün bunları söyleyen, topluma bu sözlerle seslenen ve geniş halk kesimlerini bu vaatlerle arkasına alan, ilerici çağlarındaki burjuvazinin kendisi olmuştur.
Ve tam da bunun sonucu olarak, egemenliği ele geçirdiği andan başlayarak, kapitalizmin eşitsizlik, adaletsizlik, gericilik üreten karakteri çıplak bir gerçek haline gelmiştir. Burjuvazi, birer birer ortadan kaldırdığı mazeretlerin ardından, göze görünür tek sorumlu olarak kalmıştır. Yıkılıp giden “eski toplum”un ertesinde, devam etmekte olan eşitsizliğin, adaletsizliğin ve gericiliğin hesabının burjuvaziden sorulacağı belli olmuştur.
İşte bu yüzden, burjuvazi, evrensel ölçekte, cumhuriyete, cumhuriyet mücadelesinde birikmiş ilerici değerlere karşı savaş açmıştır.
Türkiye de bu sürece bir istisna oluşturmamaktadır tabi. Türkiye gerici ve köhnemiş Osmanlı’nın yıkıntılarından, üstelik emperyalist işgale direnme zorunluluğuyla birlikte, ancak güçlü ve kararlı bir hamleyle kurtulabilirdi. 1923’te kurulan Birinci Cumhuriyet’in tarihsel değeri ve ilericiliği, eşitsiz gelişimin dayattığı bu sıçrama gereksinimi görülmeden kavranamaz. Kuşkusuz, 91 yıllık seyrin sonunda, halkın tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği mevzilerin, gerici, piyasacı ve işbirlikçi bir hükümet döneminde birer birer tasfiye edilmesi de, burjuvazinin cumhuriyetten kurtulma çabası dışında anlaşılamaz.
Bugün geldiğimiz noktada ise, Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesine, cumhuriyet düşüncesinin toplumsal yaşamdan kazınmasına dair yukarıdaki yaklaşım hayati önem taşımaktadır.
Evet, ülkemiz ve halkımız cumhuriyet arzusunu sürdürmektedir. Cumhuriyet düşüncesiyle birlikte anlamlandırılan laiklik, özgürlük, adalet gibi değerler, halihazırda bir mücadelenin sıcak gündemleri haline gelmiştir.
Yani ülkemizin ve halkımızın bir cumhuriyete gereksinim duyduğu doğrudur, ancak bu cumhuriyetin bir kez daha burjuvaziye teslim edilmesini önlemek de karşı çıkılmaz bir sorumluluktur. Ülkemizin ve halkımızın aradığı çare, Birinci Cumhuriyet’in ihyası değil, eşitliğin, aydınlanmanın, adaletin ve özgürlüğün bu defa sadece halk için geçerli olduğu, halk tarafından korunduğu bir yeni cumhuriyettir.
Biz buna sosyalist cumhuriyet de diyoruz. Böylesini niyet ettiğimizden değil, mevcut mücadelelerin ve taleplerin, bugünkü ve geçmişteki “cumhuriyet” sınırları içerisinde karşılanması mümkün olmadığı için diyoruz.
Çünkü bugün en basit ve zararsız görünen “cumhuriyetçi” talepler dahi, artık doğrudan burjuva sınıfının egemenliğini aşındırmakta, kapitalist rejimin meşruiyetine yönelik ağır bir saldırıya dönüşmektedir. Başka bir dönemde pekala karşılanabilecek ve kontrol altına alınabilecek laiklik, eşitlik, adalet gibi beklentiler, bugün tam da burjuvazinin şah damarına basmaktadır. Halkımızın cumhuriyetsiz yaşaması imkansızlaştıkça, burjuvazinin bir adım cumhuriyetçileşmesi de aynı ölçüde imkansızlaşmaktadır.
Bu dengeden çıkış, tıpkı geçmişte olduğu gibi, eşitsiz gelişimin yarattığı enerjiye dayanan güçlü ve kararlı bir sıçrayış sayesinde mümkündür. Sıçranacak olan yerde, ileride ise sosyalizmden başka alternatif bulunmamaktadır.
Karşı taraftan, egemenlerin cephesinden bakıldığında, ülkemizin cumhuriyetçi mücadelelerinin hep sosyalizmi hatırlatması da, bu nedenle, tesadüf değildir.
Marx, Fransa’da cumhuriyetin adım adım çözülüşünü incelediği “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı kitabında, cumhuriyetin tasfiye edildiği koşullarda en basit taleplerin dahi iktidardakiler nezdinde “sosyalizm” anlamına geldiğini şu sözlerle anlatıyordu: “Burjuvazi, feodalizme karşı kendisinin yaptığı bütün silahların, şimdi kendisine karşı döndüğünü, kendisinin kurduğu bütün eğitim olanaklarının şimdi kendi kültürüne karşı döndüğünü ve kendi yarattığı tanrıların hepsinin şimdi kendisini yüzüstü bıraktıklarını sezinliyordu. Bütün sözde burjuva özgürlüklerinin ve ilerici kurumların kendi sınıf egemenliğini, hem toplumsal tabanda, hem de siyasal zirvede yıprattıklarını ve onu tehdit ettiklerini görüyordu, dolayısıyla bunlar ‘sosyalist’ olmuşlardı. Burjuvazi, haklı olarak, bu tehditte ve bu sataşmada, sosyalizmin gizini görüyordu.”
Birileri burjuvazinin dahi gördüğü bu “giz”i görmemeyi sürdürebilir, sosyalistler ile cumhuriyet arasındaki ilişkiyi koparmaya çaba harcayabilirler.
Bizim yolumuz ise, cumhuriyeti sosyalizmle kurmaktan geçiyor.
Çünkü cumhuriyetin bir kez daha düşmanlarına teslim edilmemesi için, sosyalizmin cumhuriyete sahip çıkması, sahip olması gerekiyor.