Siyasi partilerin bir sınıfsal aidiyeti olduğuna, sosyalist partilerin de işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını temsil ettiğine, “Şu ittifaklar meselesi” başlıklı yazıda değinmiştim. Öyleyse, sosyalist bir partinin kendini bağlı hissedeceği tek makam, işçi sınıfı ve onun çıkarlarıdır. Bir sosyalist parti; kendi üyelerinden veya resmî olarak ayağını bastığı yasal zeminden önce, sınıfına ve onun çıkarlarına bağlı-bağımlıdır.
Bu sınıfsal arkaplandan yola çıkarak, siyasi partilerin herhangi bir güçle bağımlılık ilişkisi içinde olup olmadığına karar vermek için iki temel kriter dikkate alınabilir.
Bu açıdan birinci kaynak, siyasi amaç ve hedefleri tarif eden ve gündelik çalışmalara rehberlik eden “program”dır. Program, partinin özel mülkiyet meselesine bakışından, pratik faaliyetlerine kadar birçok alanda sınırlarını tarif eden bir metindir. Partinin yöneticileri bir gaflete düşse dahi, üye ve kadroları, hatta partiyi dışarıdan takip edenler dahi, programı esas alarak olası yanlışların düzeltilmesini talep edebilir. Program bu bakımdan bir güvence teşkil eder.
Bağımsızlık konusundaki bir diğer temel kriter, partinin mali kaynaklarıdır. Her organizasyonda olduğu gibi, siyasi partilerde de parayı veren düdüğü çalar. Parti eğer gücünü üye ve dostlarından değil de ajandası farklı olan bir başka odaktan alıyorsa, oraya bağımlıdır veya bir süre içinde bağımlı hale gelir. Öyle ya da böyle, kararlarını alırken referans noktası, mali kaynak sağlayan odak olacak, orayı gücendirmemeye dikkat edilecektir.
“Biz mali kaynak sağladığımız odağı kandırdık, gelirimizi oradan sağladık ama istediği yolda gitmedik” diyen olursa saygı duyulabilir ancak bunun da sürdürülebilir bir yanı olmadığı açıktır.
Bu iki temel kriter arasında birine öncelik vermemiz gerekirse, esas olan programdır. Nihayetinde, mali kaynakların, kadro kaynaklarının, dışarıdan alınacak desteklerin sınırlarını belirleyen metin olarak program her durumda belirleyicidir.
***
Seçimler konusu açıldığında, son dönemde çok sık duyduğumuz bir ifade var: “Bağımsız hattı korumak.”
Evet, bir parti için kendi bağımsızlığını korumak önemlidir ancak burada kastedilenin yukarıda koyduğumuz temel kriterlerle ilgisi olup olmadığını da irdelememiz gerekiyor.
Yukarıdaki çerçeveyi takip ettiğimizde, siyasetin herhangi bir kulvarında mücadele ederken, herhangi bir faaliyette, eylemde, bir işbirliği veya ittifakta bağımsızlık adına gözetilmesi gerekenler:
- Parti programı doğrultusunda siyaset yapma olanakları olup olmadığı,
- Yapılan işin sonunda bağlı olunan sınıfın siyasi bakımdan güçlenip güçlenmeyeceği,
- Parti maliyesinin başka odaklara teslim edilip edilmeyeceğidir.
Bu koşullar oluşuyorsa, yani bir parti kendi sözünü kendi olanaklarıyla söyleyebiliyor ve sonucunda programında koyduğu hedeflere yaklaşabiliyorsa, bağımsızlık sağlanmış demektir.
Bağımlılık-bağımsızlık kriterini “bir başka partiyle aynı yerde/ortamda görünüp görünmemeye” indirgemek ise hem teorik-ideolojik bir sapma, hem “siyaset” olgusunu külliyen reddetme anlamına gelir.
Teorik-ideolojik bir sapmadır; zira, sosyalist bir partiden söz ediyorsak, Marksizm böyle bir dogmacılığın tamamen inkârına dayanır.
Siyasetin reddiyesidir; zira, siyaset her şeyden önce bir taraflaştırma sanatıdır ve kendini bu bakımdan kısıtlamak, siyasetin geniş repertuvarını da elinin tersiyle itmek anlamına gelecektir.
Zihin bir kere böyle işlediğinde, bağımlılık tanımı bu kadar muğlak ve sınırları belirsiz bırakıldığında, kapitalist düzenin çizdiği yasal sınırlar içerisinde bulunmak, yasal hüviyeti bulunan bir parti veya dernek kurmak, seçimlere girmek, rahatlıkla “bağımsız hattın aşılmasının” birer örneği olarak gösterilebilir.
Dahası, bu bakışın mantıksal sonuçlarının varacağı yer sizi tamamen hareketsiz de bırakabilir. “Yan yana görünmeme” kompleksi pekâlâ bir miting alanına, bir konferansa ya da bir basın açıklamasına kadar uzanabilir.
***
Bir siyasi organizasyon tüm faaliyetini, üye kazanma ve kendisini var eden ideolojiyi tebliğ ederek buna sempati duyanları alt alta yazma işlemine indirgemekte özgürdür. Ancak bağımsızlık kavramı, bu işleme giydirilecek bir kılıf değildir.
Bir siyasi partinin alametifarikası, hele ki sesini en geniş kesimlere duyurabildiği “genel seçimler” söz konusu olduğunda, toplumu kendi hedefleri doğrultusunda taraflaştırabilmektir. İktidarın sebep olduğu ve halkı yakından ilgilendiren kriz(ler)i tespit etmek, egemenlerle ezilenler arasında oluşan yarıkları derinleştirmek ve öne sürdüğü çözüm etrafında halkı taraflaştırmak, siyasetin başat işleridir.
Halkı, “beni, benim adımı, ideolojimi beğenenler ile beğenmeyenler” olarak tasnif etme çabası ise her şey olabilir ama siyaset olamaz.
***
Türkiye’de bugün emekçiler arasında giderek yoğunlaşan rahatsızlık ve AKP iktidarından kurtulma isteği, üzerinde siyaset yapılabilecek verimli bir zemin sunmaktadır. Bu zemin üzerinde, Saray Rejimi ve onu var eden düzen ile, ekonomi, emeğin hakları, özgürlükler, adalet gibi alanlarda “hesaplaşma” çizgisini başat hale getirmek, taraflaşmayı bu çizgi boyunca tarif etmek mümkün ve gereklidir. Bu çizgi, yeni bir düzene işaret etmesi bakımından da ayrıca değerlidir.
Öyleyse, seçimler de dahil olmak üzere dönemin politik hamlelerini bu çizgi üzerinden planlamak, ittifak stratejisini bu şekilde belirlemek, sosyalist harekete yeni ufuklar, kitlesel bir güce dönüşebilecek bir kapı açabilir.
***
Üç yazıda, kimi tarihsel ama daha çok güncel ölçütler üzerinden “ittifaklar, seçimler ve bağımsız hat” sorunlarını ele aldım. Saray Rejimi’ne ilişkin karar anı yaklaşırken, sosyalistlerin nasıl bir inisiyatif alacakları da elbette büyük önem taşıyor. Burada yazılanların ne oranda gerçeğe dönüşebileceğini, başarılı olup olmayacağını elbette zaman gösterecek. Kendimize bakacağımız ayna, halkın tuttuğu ayna olacak.
Bağımsızlık diye başlamıştık, öyle bitirelim.
Kanımca bugün sosyalist hareket için en tehlikelisi, boyunun ölçüsüne halkın değil kendi aynasından bakmak olur.
Aman dikkat! İşin ucunda “bağımsızlıktan” bahsedip kendi aynasının bağımlısı olmak da var…