Talepkâr bir muhalefet
Emek alanına dair gündem edilmesi zorunlu hale gelen kritik başlıkları belirleyerek çalışanların gündelik ihtiyaçlarına çözüm önerileri üretmek, bu önerileri birer toplumsal talebe dönüştürmek ve arkasında güç biriktirerek çeşitli kazanımlar elde etmeyi önümüze koymaktan başka çaremiz yok.
Seçimlerin geride kalmasıyla birlikte muhalefet cephesinde “kaybedişin” muhasebesi dönemine girildi. Bu çerçevede seçim öncesi yapılan hatanın bir benzerinin seçim sonrasında da yapıldığını hatırlatarak başlamakta fayda var. 14 Mayıs öncesinde seçim değerlendirmelerinin salt matematiksel hesaplara indirgendiği, “stratejik oy” söylemiyle siyasetin bir tür masa başı mühendisliğiyle şekillendirilme çabasının bir benzeri yeniden karşımıza çıkmakta.
Bu kez de seçim analizlerinin politik içerikten tamamen “arındırılarak” sadece seçim stratejileri ve taktikleri üzerinden yapılan tespit ve önermelerle bir iç muhasebe yapılması vurgusu öne çıkartılıyor. Siyasette strateji ve taktiklerin yeri yadsınamaz olmakla beraber sadece bunlardan ibaret bir siyaset tarzının da kaybedişi kaçınılmaz oluyor. Bu tabloda bir muhasebeden ve eleştiri/özeleştiriden bahsedeceksek politik içerik, program, seslenme araçları, ittifaklar politikası, taktik ve stratejiler bir bütünlük içerisinde ele alınmayı zorunlu kılıyor.
Başta siyasi partiler olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin bu ve benzeri değerlendirmeleri yapacakları bir döneme giriyor olması sebebiyle tartışmaların hem kurumların kendi içlerinde hem de birbirleriyle yürütecekleri süreçlere toplumsal kesimlerin ve taleplerinin dahil edilmesi, ön açıcı sonuçların ortaya çıkması için elimizdeki tek reçete.
Yapılacak değerlendirme ve tartışmaların merkezine ise sadece geçmişe dönük bir “hesaplaşmanın” değil geleceğe dair politik bir iddianın ve iradenin yerleşmesi önemli. Kişiler yerine siyasal değerlendirmeler ile siyaset yapma biçimlerinin, kurumsal nezaket ziyaretleri yerine ise politik iddia ve programların tartışılacağı süreçlerin yaşanması elzem.
Geçtiğimiz süreçte muhalefetin bir bütün olarak çıkarması gereken derslerden birisi de topluma “ne olmadığımızı değil ne olduğumuzu ve ne talep ettiğimizi anlatmak” oldu. İktidarın, muhalefete yönelik uzun yıllardır sürdürdüğü “terörist, bölücü, marjinal” vs. söylemlerine sıkışmaksızın ve sürekli olarak “muhalefetin aslında öyle olmadığı” şeklindeki savunma tarzının terk edilmesi zorunluluğu bir kez daha doğrulandı. Bu savunmacı yaklaşım hem iktidarın sınırlarını çizerek belirlediği zemine sıkışılıp kalınmasının hem de karşı hamle yapılamamasının en önemli nedenlerinden biriydi.
Peki şimdi ne yapmak lazım? Savunmacı değil kendini anlatabilen, sadece itiraz eden değil aynı zamanda da talepkâr bir muhalefet tarzını geliştirmek olarak özetlenebilecek bir hattı kuvvetlendirmek şart. Talep etmeyi de yalnızca dillendiren değil yurttaşın taleplerini dinleyip bunları somutlayarak görünür/bilinir kılan ve sadece açıklayan/ilan eden değil onu doğrudan halka taşımayı becerebilen bir siyasal tarza yerleşmeyi öncelemek zorunluluğumuz. Yine talepleri sadece bilindik yöntemlerle değil yaratıcı yöntemler ve seslenme araçlarını kullanarak gündeme taşımak, belki de daha önemlisi bunları toplumsallaştıracak kanalları yaratarak sürekliliğini sağlayacak ve fikri takibini sürdürecek mekanizmaları oluşturmanın zamanı.
Başta emek hareketi olmak üzere tüm toplumsal hareketlerin bu zeminde güçlenmesini sağlayacak bir yaklaşımın geliştirilmesi acil ve ötelenemeyecek görevlerimizden. Her toplumsal kesimin ihtiyaçları, öncelikleri ve talepleri doğal olarak farklılıklar içermekle beraber bu farklılıklar aynı zamanda başka bir zenginliği de bünyesinde barındırmakta. Tüm alanlara dair örnekleri tek bir yazıda ele almak mümkün olmamakla birlikte emek alanıyla ilgili birkaç örnekle anlatmaya çalıştığım tartışmalara giriş yapmak mümkün olabilir.
Geniş halk kesimlerini ilgilendiren yaşamsal başlıkları yeni bir zeminde tartışılmasını sağlamakla başlayabiliriz. Bu hafta belirlenecek olan asgari ücret konusu bu açıdan oldukça kritik. Asgari ücret konusu maalesef ki sadece zam oranı ve miktarıyla sınırlı bir çerçevede tartışılıyor. Dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 9 bin 500 TL, yoksulluk sınırının ise 30 bin TL olduğu koşullarda 8 bin 500 TL’lik asgari ücretin sadece miktarının tartışılıyor oluşu elbette bizim eksiğimiz. Daha büyük eksiğimiz ise bugün çalışan nüfusun yüzde 50’sinin asgari ücret alıyor oluşu ve asgari ücretin olağan genel ücrete dönüşmüş olması.
Bu olağanlaşmayı ve gidişatı tersine çevirmek için verili durumu kabullenmemekle başlayıp yoksullaşmayla mücadeleyi daha da ciddiye almamız gerektiği açık. Gelişkin ülkelerde çalışan nüfusun ortalama yüzde 5’i asgari ücretle alıyorken, ülkemizde bu oranın yüzde 50 civarında oluşu mutlaka mücadele etmemiz gereken bir başlık. Özellikle de kentli emekçilerin (daha da yoğun olarak gri ve beyaz yakalıların) çok hızlı ve radikal şekilde yaşadığı yoksullaşma sürecini gözden kaçırmamamız lazım.
Emek alanına dair gündem edilmesi zorunlu hale gelen kritik başlıkları belirleyerek çalışanların gündelik ihtiyaçlarına çözüm önerileri üretmek, bu önerileri birer toplumsal talebe dönüştürmek ve arkasında güç biriktirerek çeşitli kazanımlar elde etmeyi önümüze koymaktan başka çaremiz yok.
Somutlamak gerekirse; kıdem tazminatında tavan miktarın kaldırılması, iş davalarının yıllarca sürmesini engelleyecek somut tedbirler alınarak yaptırıma bağlanması, işçilik alacağı davalarında haksız çıkan işverenlere caydırıcı nitelikte ve miktarlarda para cezalarının kesilmesi, zorunlu arabuluculuğun kaldırılması, işçilik alacaklarına yasal faiz yerine enflasyon oranında faiz işletilmesi ve mutlaka dava masraflarının devletçe karşılanması yani parasız adalet hizmeti taleplerini önümüzdeki mücadele döneminin somut gündemleri yapmakla işe başlamak mümkün.