“AKP rejiminin vahşi bir hayvan gibi döktüğü kan, en fazla ve en tehlikeli biçimde Türkiye’nin ikiye değil, üçe bölünmesini amaçlamaktadır. (..) ‘Bizim taraf’, AKP’den ve onun rejiminden daha da büyük bir felaket arayacaksa, o da Türkiye’nin işte bu biçimde üçe bölünmesidir.”
Yukarıdaki satırlar, bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce yazılmış ve yine İleri’de yayınlanmıştı. Yön Dergisi’nin 3. sayısında yer alan Metin Çulhaoğlu’nun “Referandum sonrası Türkiye: Saflaşma, kutuplaşma ve cepheleşme” başlıklı yazısı ile konunun hala gündemimizdeki önemini koruduğuna tanık olduk. Üstelik, aradan geçen bir buçuk yılın kattığı aciliyet ve ciddiyetle.
***
16 Nisan referandumunun sonuçlarını bir önem sırasına koysak, küsuratı ve emanet oyları bol bol düşüldüğünde dahi yüzde 40’ın altına inmeyen cumhuriyetçi dinamik başlarda yer alır. Öyle ya da böyle belirgin bir ilerici ve halkçı yönelim sergileyen bu dinamiğin 16 Nisan sonrasını bozgun halinde yaşamadığı da görülüyor.
Ancak siyasetin ve toplumun kurallarındandır; ilerlemeyen geriler. Çözülemeyen gerilimler bir noktada tahliye olur. Bugün bir sıçrama noktası olma potansiyelini sürdüren kuvvet, eğer fiile dönüşmezse eriyip buharlaşır.
Dolayısıyla, sözünü ettiğimiz yüzde 40’lık toplumsal kesimin somut bir mücadele programıyla buluşturulması, hedefe yönelmiş bir hareket tarzına sahip kılınması, en ileri unsurlarından başlayarak yaygın ve eylemli bir örgütlülüğe kavuşturulması gerekiyor. Başta sol/sosyalist hareket olmak üzere Türkiye ilericiliğinin bir bütün olarak kolları sıvaması gereken görevlerden biri bu.
Dahası, gerilemenin ya da buharlaşmanın engellenmesinin tek yolu da bu.
***
Referandumda (bir kez daha) ortaya çıkan ilerici ve halkçı birikimin, çok esaslı bazı başlıklar dışında, ihmal edilemeyecek ölçüde parçalı ve heterojen bir yapı arz ettiği açık. Bu durumun başlıca nedenlerinden birinin sol/sosyalist hareketin geniş toplum kesimleriyle buluşmakta ve bunları yönlendirmekte etkisiz kalması olduğunu söylemek mümkün. Demek ki ortada, bu parçalı ve heterojen yapıyı göreli olarak sadeleştirecek, yalınlaştıracak (ama kurutmayacak) bir programatik ve örgütsel yaklaşımın geliştirilmesi görevi de var.
Ancak bu yüzde 40’ın siyasal ve örgütsel bir kisveye bürünmesi, sadece ihtiyaç duyulan fikrin sunulmasıyla gerçekleşemez. İlerici talep ve sloganların biteviye tekrarlanması, yüzde 40’ın somut bir siyasal kulvarda buluşmasına yetmez. Aynı zamanda, bu buluşmanın gerçekleşeceği zeminin hazırlanması gerekir.
Bu zeminin oluşturulması işi birden çok denklemin aynı anda çözümünü gerektirir elbette. Öte yandan, 16 Nisan sonrasının manzarasında böyle bir zemini daha baştan iptal etme, onu imkansızlaştırma ihtimali bulunan bir risk öne çıkıyor. Bu da, bir buçuk yıl öncesinde de değindiğimiz ve yazının başlarında bir kez daha hatırlattığımız Türkiye’nin üçe bölünmesidir.
Metin Çulhaoğlu’nun Yön’deki tarifiyle söylersek, Türkiye’nin kutuplaşması, herkesin kendi kutbunun manyetik alanına çekilmesi, gömülmesi.
Kast ettiğimiz kutuplaşmada taraflardan birini AKP toplumsallığı diyebileceğimiz kesim oluşturuyor. Diğer taraflar ise cumhuriyetçi kesimler ile Kürt halkını ifade eden kutuplar.
Peki bu biçimdeki bir kutuplaşma (ya da gettolaşma); yani Türkiye’nin fiili ya da duygusal olarak üçe bölünmesi gerçekten de o kadar tehlikeli mi?
Belki şu yanıttan tehlikenin büyüklüğü anlaşılabilir: Türkiye’nin bir kutuplaşma biçiminde üçe bölünmesi, Saray Rejimi’nin sürekliliğinin güvence altına alınması demektir.
***
O halde?
Türkiye üçe değil, ikiye bölünmelidir.
Türkiye üç yerden kutuplaşmış bir ülkeye dönüşmemeli, karşı karşıya gelmiş iki cepheye bölünmelidir.
Türkiye, yüzyıllık tarihinin tüm çelişkilerinin üst üste bindiği bu hayati eşikte, halkçı ve devrimci karakteriyle ilericilik ile sömürücü ve halk düşmanı karakteriyle gericilik ekseninde bölünmeli, yani cepheleşmelidir.
Yüzde 40’ı yaratan, Türkiye’nin ilerici birikiminin tüm kollarının içgüdüsel veya kendiliğinden bu cepheleşmesidir.
Bundan sonrasında, yüzde 40’ın bir program ve örgütlülükte buluşturulması, bu parçalı ve heterojen topluluğun (en azından ileri uçlarının) yeni bir cumhuriyet, devrimci ve halkçı bir cumhuriyet mücadelesinin sahibi haline getirilmesi, ancak bu içgüdüsel ve kendiliğinden cepheleşmenin bilinçli ve iradi bir biçime kavuşturulmasıyla mümkündür.
Üçe bölünme anlamında kutuplaşma, Saray Rejimi’nin kurtuluşudur.
Kutuplaşmayı cepheleşmeye dönüştürmek ise bugünün görevidir.
Bu tarihin ve toplumun önümüze koyduğu bir görevse, kimseye değil, başta ve esas olarak sosyalistlere aittir.