Perry Anderson modernizmin yıkıcı ve sarsıcı kimliğini, onun çok özel bir zamanda doğmuş olmasına bağlar. Bu, ancien regime’lerin hala etkisini sürdürdüğü, ancak yeni bir toplumun da ayakları üzerine dikildiği zaman aralığıdır. Diğer bir deyişle, hala varlığını koruyan eski düzen ve ona eşlik eden klasik estetik, modernist sanata, kendisini hem onun karşısında konumlandırabileceği hem de onun sayesinde devrimci fikirlerini ifade edebileceği bir kültürel ve sanatsal biçim sunuyordu.
19. yüzyıl sonundan itibaren, belirli biçimlerde korunmuş olan klasik estetik, köhnemiş dünyaya karşı yepyeni fikirlerin dile getirilmesi için kullanışlı bir kulvar sunarken, aynı zamanda doğmakta olan piyasa ruhu ve metalaşma baskısına da direnme şansı tanıyordu.
Bu iki yönlülük, hala kullanılmakta olan bir klasik geçmiş ile henüz belirlenmemiş bir siyasal gelecek arasındaki gerilimde filizleniyordu. Ve modernizmin enerjisi ile gücü, tabi ki yıkıcılığı da, bu iki yönlülükten besleniyordu.
Anderson, söz konusu dönemin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sona erdiğini belirtir. Ona göre, 1945’ten sonra düzenli bir gelişme içerisinde tarımsal hakimiyet ve aristokratik gelenekler ortadan kalkar; burjuva demokrasisi ülküselleşir; fordizmle birlikte kitle üretimi ve kitle kültürü Amerikan üslubunu evrenselleştirir; artık çöken bir geçmişin çok uzağında dev bir sanayi makinesi olarak kapitalist uygarlık yükselmiştir.
İşte tam da bu dönüşüm anı, modernizmin canlılığını, dinamizmini, yıkıcı gücünü yitirmeye başladığı noktadır. Artık o iki yönlülük ortadan kalkmıştır; ancien regime’lerin yıkılması yararlanılan klasik estetiğin toplumsal zeminini yok etmiştir; klasik estetiğe dayanarak karşı çıkılan kapitalist piyasa ruhu ve metalaşma zafer kazanmıştır.
Sonuçta, devralınacak bir geçmişin ya da tahayyül edilecek bir geleceğin kalmadığı, sürekli yinelenen bir şimdiki zaman’a sıkışılmıştır. Modernizm açısından, artık, bütün ufuklar kapalıdır.
Ancak Anderson, modernizmin, kendisini kapitalist dünyanın “geriden gelen” bölgelerinde korumayı başardığını söyler. Çünkü bu tür ülkeler, modernizmin ortaya çıktığı dönemin temel özelliğini hala taşımaktadır: bir yanda kopulmaya çalışılan bir geçmiş ve o geçmişin klasik estetiği, diğer yanda gelişmekte olan piyasa ruhu ve metalaşma ile buna direnen bir estetik arasındaki iki yönlülük.
Hatta Anderson, bu özgün durumun bir örneği olarak da Türkiye’yi ve Yılmaz Güney’in Yol filmini örnek gösterir. Gabriel Garcia Marquez ve Salman Rushdie de anılan diğer örneklerdir.
Ancak geriden gelenlerin modernizme sunduğu gençlik iksiri, elbette, ebedi değildir. Kapitalist dünya imparatorluğunun dünyaya yayılma hızıyla birlikte, buralara sığınan modernizm de teslim olur.
İçinde bulunduğumuz çağın özelliği, modernizmin sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada tıkanmasıdır. Ufuk, şimdi tümüyle karanlığa gömülmüştür.
Örneğin sanatta, felsefede ya da bilimde yeni ekoller oluşmamakta, bir dönemin “büyülü gerçekçilik” ya da “varoluşçuluk” gibi akımlarıyla boy ölçüşecek akımlar çıkmamaktadır.
Burjuva düşüncesi kendi içinden çıkan ve radikalleşerek bağımsızlaşan, böylelikle içinden çıktığı burjuva düşüncesini zorlayan uçlar yaratmamaktadır. Tam tersine, bu tür “uç”lar kültür endüstrisi tarafından yapay olarak üretilmekte, burjuva düşüncesine muhalefet edermiş gibi yapan tasarlanmış deneyimler piyasaya sürülmektedir.
Sol ya da komünist düşünce ise, tam da en çok ihtiyaç duyulduğu bu anda, yıkıcı ve özgürleştirici işlevlerini unutmuş görünmektedir. Ağır bir yenilgi psikolojisiyle bezenmiş sol düşünce, içine kapandıkça stratejik yetkinliğini ve siyasal pratik kanallarını kaybetmiş, giderek dünyanın değil düşüncesinin gerçekliğine yönelen bir içrek dilden ibaret kalmıştır.
Doğal olarak, bu dönemde solun üretebildiği ya da kitleselleştirebildiği tek şey, naiflik veya sempati olmaktadır. Bizi, hepimizi damla damla uyuşturan, yavaş ve acısız biçimde çürüten bir naiflik ve sempati.
Solda bilgi yerine algının, kuram yerine üslubun, hareket ve mücadele yerine jestin, söz yerine jargonun, ilişki yerine özerkliğin, birliktelik yerine empatinin, bütünleşme yerine ayrışmanın, topluluk yerine bireyselleşmenin baskın hale gelmesi, söz ettiğimiz uyuşmanın hem nedeni hem de sonucu olmaktadır.
Bir dönem devasa adımlarla yeri göğü sarsan yıkıcı modernizmin, arada fakir halkların çocukları eliyle ve soldan beslenerek direndiği bir dönemin ardından gelip dayandığı nokta, bir bankta otururken çevresini hem mutlu hem de acı bir tebessümle süzen insanın edasındaki naiflik ve sempatidir.
Dış dünyasıyla ilişkisini onu izlemek üzerine kuran, içinde tuttuğu nefesini ağır ağır verir gibi çöken bu dünyanın iniltisiyle uyuşan insandan söz ediyoruz.
Bu insan, iyi bir insandır, iyi bir başlangıçtır.
Çağımızın sanatında veya felsefesinde, kültüründe veya direnişinde gördüğümüz de az çok aynı insandır.
İhtiyacı olan şey, köktenci bir eleştiri ve özgürleşme pratiğinin, devrimci ve yıkıcı bir atılımın parçası kılınmaktır.
Sanatta, felsefede, bilimde, kültürde ve siyasette...