Öyle hamasi bir tekrar olsun diye değil, farkında olunsun, fenersiz kalınmasın diye…
Türkiye tarihinin “en kritik” olmaya aday bir kesitinden geçtiğimizi biliyoruz. Ve bize göre “Kısa Adam’ın tasfiyesi, bu derece mühim bir dönemde sadece kısa adamın tasfiyesi değildir.
Dün Ercan Bölükbaşı yazdı: Davutoğlu’na el çektirilmesi bir kişinin, bir başbakanın ve evet gerçekten bir hizmet erinin ayıklanması değil, bir makamın, kurumsallığın tasfiyesidir. Erdoğan için ihtiyaç, Davutoğlu’nun değil, burjuva demokrasisinin ayırıcı işareti, damgası olan parlamentonun etkisizleştirilmesidir. Gayesi, ahenksiz birinin kellesini almak değil, alamayacağı kelle olmadığını göstermektir. Kendi iktidar hırsı ve gerici düzen hedefi için bir seçimi daha tercih edeceğini göstermiştir. Nitekim Erdoğan’ın partisi, Türkiye burjuvazisinin ve onun sahte demokrasisinin içini deşen fütursuz bir bıçaktır artık.
Şimdi Türkiye’nin “demokrat” patronları, burjuva siyaset baronları, “Batıcı” liberalleri Erdoğan’a dönüp, Kafka’nın Milena’ya söylediklerini tekrarlamaya başladı; “Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla”… Aradaki ilişki ölümcüldür.
Ve ne kadar berrak ki, Türkiye’de sol dışında bir hayat belirtisi kalmamıştır.
Bizim için, Saray’ın saltanatı, Saray’ın darbesi mücadelenin merkezine yerleşmek zorundadır. Şimdi herkes bir yıldır terennüm ettiği; AKP karşıtı mücadeleyi yavaşlatmak, Kürt ve sol düşmanlığına çanak tutmak ve belki kimileri için küçük bir örgüte sahip olmaktan başka bir işe yaramayan “restorasyon” ezberini kenara bırakmalı… Burjuvaziden, “üst akıl”dan, kimin başarısız kaldığında bahane ettiği her ne varsa ondan önce davranmak için “İslami rejim” inşasına karşı kavganın öncüsü olmaya odaklanmalıdır.
Bizim genç yoldaşlarımızın dediği gibi, köklerini kazıyacağız ki, bu ülkede şeriat değil, laiklik ve eşitlik soluk alabilsin…
***
İki yönlü bir süreç devam ediyor.
Bir yanda Erdoğan partisi, kendi diktatoryasının inşasını ve yadsıyanın yok edilmesine karar verilen süreci işletmekte ısrarlıdır. Davutoğlu’nun başını yiyen de bu hırstır. Türkiye’de laikliğin, halkçılığın, özgürlüğün esaret altına alınıp yok edilmeye çalışıldığı bu süreç bizim için ortak ve söz konusu taleplerde kararlı bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
Diğer yanda ise “Türkiyelilik” iddiasını koruma refleksini; AKP karşıtı olma zorunluluğu, sol duyusu ve halkçı karakteri dolayısıyla henüz tamamıyla kaybetmemiş; ancak tüm yerel ve uluslararası politik çıkarları istikametinde “kendi ülkesi”ni kurmaya odaklanmış ve Türkiye’den kopuşu göze almış bir siyasi hareketin AKP rejimiyle kanlı savaşı büyüyecektir.
***
Ve bir “uzun savaş”ın içine girdik.
Daha önce de yazdık; Suriye’ye emperyalist müdahale Kürtlerin iki yılda yüz yıllık koşmasına olanak sağlamıştır. Ve yüzyıllık mesafeyi kat etmiş birilerini iki yıllık koştuğuna inandırıp geriye ittirmek hiç de öyle kolay değildir… İmkansızdır.
AKP’nin, Ortadoğu’da egemenlik arayışı, Suriye’de ortaya çıkan ve devletleşmesi engellenemeyecek Rojava inisiyatifini karşısına alması, Barzani ekolünü Kürtlerin hakim gücü olarak tahkim etme girişimleri, Türkiye’de Kürt hareketini kanla uslandırmaya çalışması sonuç vermemiştir. Kürt vekilleri parlamento dışına atma girişimi ise başarılı olsa dahi Kürtlerin diz çökmesine değil, bir kopuşun yüksek sesli enstrümanının şakımasına yol açacaktır.
Türkiye’de henüz öngörülemeyecek bir dönem savaşın büyüyerek süreceğini biliyoruz. Savaş büyürse, savaşanların karşı tarafı hiç de hesaba katmadan yol alması kaçınılmazdır. Elbette sonuç Türk ve Kürt halkları için düşmanlık, ayrışma ve küçük, köhnemiş bir ülkenin sırtımızda yük olarak kalması olur.
Bizim tavrımız ise açıktır. Süreç nasıl ilerlerse ilerlesin, sonuç her ne olursa olsun… Erdoğan hayattayken “çözüm” gündemden düşmüş olabilir, Meclis'ten atılan vekil dağda silah tutmuş olabilir, faşist güruh Kürt çocukları katlederken Kürt gençleri bir parkın ortasında kendini patlatabilir… Hepsi kötüdür, günceldir ve yaşanabilir. Ancak komünistlerin, devrimcilerin gerisine düşmemesi gereken çizgi; halkların kardeşliğini, eşitliğini savunmak, insanın özgürlüğünü ve emekçilerin birlikte mücadelesini Saray’ın saltanatına karşı örgütlemek olacaktır. Bugün Türkiye varken böyledir, yarın Kürdistan olursa da böyle olacaktır.
Çünkü az önce yazdığımız gibi, o kadar berrak ki, hem Kürt için, hem Türk için, cumhuriyet için, laiklik için, kadının özgürlüğü için sol dışında bir hayat belirtisi kalmamıştır…
Yani özetle, bir diktatör büyük bir gürültüyle bir tören alayının önünde geniş bir caddede ilerlerken, diktatörün kulağına eğilip, ‘unutma diktatör sen de ölümlüsün’ diyebilecek sol dışında hiç kimse kalmamıştır.
8 Mayıs’ta Kartal Stadı’nda diktatörün kulağına fısıldamak için buluşmak üzere…