Visegrad Dörtlüsü, Visegrad Grubu olarak ya da kısaca V4 olarak da bilinen dört ülkeyi kapsıyor: Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya. 1991 yılında Macaristan’ın Visegrad kentinde ilk toplantısını yapan ve ilk önce Visegrad Üçlüsü olarak bir araya gelen grup Çekoslavakya’nın ikiye ayrılmasıyla “dörtlü” olarak anılmaya başlamıştı. Doğu Avrupa’nın iktisadî anlamda en gelişmiş bu dört ülkesi AB’ye üyelik sürecinde ortak hareket etme kararıyla böyle bir birlik oluşturmuşlardı. AB’ye üye olduktan sonra da özellikle başta enerji sektörü olmak üzere bazı konularda birlikte hareket etme amacıyla bu birliği korudular.
Polonya’nın artan etkisi
Süreç içerisinde, Doğu Avrupa’da bölgesel bir siyasî ve askerî güç olma hevesindeki Polonya, V4’ü de bu çerçevede değerlendirme amacında olduğunu saklamıyordu. Ukrayna krizi son dönemde Polonya’nın bu etkiyi arttırması için önemli olanaklar sundu. Çeçenistan Savaşı’nda bile üstü kapalı bir şekilde Çeçen ayrılıkçılara desteğini veren Polonya, Rusya’nın en üst seviyede karşı çıkmasına rağmen NATO hava kalkanının Polonya topraklarında konuşlanmasında ısrarcı bile olmuştu.
Polonya, Maydan’a direk destek vermekten, Rusya ile yine zıt düşmekten kaçınmamıştı. ABD ile eşgüdümlü bir diplomatik hat takip eden Polonya dış politikası sürekli olarak Ukrayna’nın silahlanması gerektiğini öne sürüyor. Daha da önemlisi Polonya ve Baltık Ülkeleri’nin de Rus tehdidi altında olduğu savlayan Polonya, NATO ve AB’yi bölgedeki askerî güçlerin arttırılması için sürekli olarak baskı altında tutarken bir yandan da askerî bütçesini sürekli arttırıyor. Bu girişimlerin sonucunda dış politikada da önemli bir destek bulabilmiş durumda. ABD ile tam bir müttefik olan Polonya AB içinde de Baltık Ülkeleri’nin ve Visegrad Dörtlüsü’nün desteği sayesinde söz sahibi olabiliyor.
Fakat rüzgar tersten esmeye başladı bile ve Visegrad Dörtlüsü artık, tam da Polonya’nın bu tutumu nedeniyle çözülme sürecine girdi. Bu süreç Slavkov Delarasyonu ile başlamış durumda.
Slavkov Deklarasyonu
Polonya’nın saldırgan (ve sözde pro-aktif) dış politikasından çok hoşlanmayan Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’nın yanı sıra Avusturya devletleri 29 Ocak’ta Çek Cumhuriyeti’nin Slavkov kasabasında bir deklarasyon imzaladılar. İmzalanan deklarasyon söz konusu üç ülke arasında iktisadî ve siyasî ilişkilerin daha sıkı bir çerçevede olması için zemin hazırlıyor. İlk aşamada sınır ötesi işbirliği, sosyal güvenlik ve Batı Balkan ülkeleriyle ilişkilerde ortak bir dil yaratmayı hedefliyor. Deklarasyonu imzalayan üç ülkede de iktidarda Avrupa Sosyalistleri Partisi üyesi partilerinin olması da dikkate alınmalı.
Macaristan Nerede?
Macaristan’ın RTE’si olarak bilinen Orban’ın deklarasyona dâhil edilmemesi ise kimseyi şaşırtmadı. Türkiye’yle belli alanlarda benzeşen bir güncel siyasî yapısı olan Macaristan’da Viktor Orban’ın liderliğindeki milliyetçi muhafazakâr Fidesz Partisi son iki seçimde %50 üzerinde oy alarak mecliste mutlak çoğunluğa sahip. En yakın partinin oy oranı ise %20’yi geçmiyor.
Elbette ki kimse Orban’ın içeride demir yumrukla ülkeyi yönettiğiyle ilgilenmiyor. Fakat sorun, Orban’ın Rusya ile ilişkileri. Daha doğrusu Rusya ile yaptığı enerji anlaşmaları. Polonya’yla iyice papaz olan, Slavkov Deklarasyonu’na davet edilmeyen Orban bu hafta başında Putin’i Budapeşte’de ağırladı ve çok önemli enerji anlaşmalarına imza attı. Macaristan enerji politikasında artık ne AB’ye ne de V4’e muhtaç. Bu gücü arkasına alan Orban ise Putin’le görüşmesinin hemen ardından 19 Şubat Perşembe günü Polonya’ya gitti ve Ukrayna Krizi ile ilgili olarak Ewa Kopasc’la bir görüşme yaptı. İki taraf da görüşmeden bir şey çıkacağına dair umutlarının olmadığını belirtmişti ve öyle de oldu.
Polonya: “Değerli Yalnızlık”a doğru mu?
Orban’ın RTE veya Putin’inkine benzer “atarlı-gider”li iç politikası dışarıda daha akılcı bir hatta yerini bırakıyor. Orban, 10 milyon nüfuslu Macaristan’ın stratejik değerini Doğu ve Batı arasında dengeli bir dış politika ile arttırma uğraşında bir yandan AB ile sorunları olsa da, Batı’ya eklemlenmiş vaziyette ama Rusya’yla ilişkilerini de sıcak tutmaya çalışıyor.
Polonya ise Macaristan’ın aksine, dış politikada pro-aktif bir dış politika güttüğünü iddia ediyor. İstenen o. Olan ise Türkiye’deki örneğinden çok iyi bildiğimiz, agresif ve sürekli kendisine düşman yaratan bir kurgu. Anti-Rus bir söylem ve politikayla belki Baltık ülkelerini arkasına almış olabilir ama Baltık Cumhuriyetleri’nin dış politikada Polonya’ya vereceği destek Bosna veya Kosova’nın Türkiye’ye sunduğu destekten ancak bir seviye daha fazla olabilir. ABD ile ortak bir dış politika zemini izlemenin ise yerelliklerde, özellikle AB ve Rusya’nın hemen yanı başındaki ve bu iki odağın nüfuz iddia ettiği bir alanda ortaya çıkarabileceği sorunlar ise gelecek yıllarda kendini gösterecek ve muhtemelen Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bir “değerli yalnızlık”la baş başa kalacak.
Orta Avrupa’da ise Rusya ile ilişkilerin belirlediği bir kamplaşmanın belli belirsiz bir sınırı ortaya çıkmaya başladı bile. Bir yandan Rusya karşıtı dış politikayı en yüksek siyasî söylemle ifade eden Polonya ve ardında Baltık Cumhuriyetleri ve tabii ki Ukrayna, diğer tarafta ise Rusya ile dengeli bir siyaseti savunan Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Avusturya. Dahası AB ise tam kararını verememiş durumda ama Doğu Avrupa’daki yeni dengelerin AB’nin, daha doğrusu AB Troykasının Rusya ile ilgili dış politikasının çizgisinin belirlenmesine etki edeceği ise çok açık.