Annales Okulu’nun kurucularından, büyük tarihçi Lucien Febvre “Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler” adlı kitabında, 1766 yılından önce basılmış hiçbir Fransızca metinde “uygarlık” sözcüğüne rastlamadığını söyler.
Bizim gibi antik, hatta tarihöncesi uygarlıklardan söz eden, kitaplarda ya da makalelerde binlerce yıl önceki ilk uygarlıkları okuyan kuşaklar için şaşırtıcı geliyor, ancak Febvre’nin otoritesine güvenerek, uygarlık sözcüğünün tüm insanlık tarihi içerisinde son derece geç ortaya çıktığını görebiliriz. Elbette, bu söylenen uygarlıkların değil, sözcüğün yeni olduğu anlamına gelmektedir.
O halde, Febvre’yi takip ederek, kendisine binlerce yıllık bir geçmiş atfettiğimiz uygarlığın, nasıl olup da ancak 18. yüzyılda dildeki özgün karşılığını bulduğunu soruşturmamız gerekir. Febvre’nin yanıtı öğreticidir; ona göre, “uygarlık” sözcüğü tam da ait olduğu çağda, burjuvazinin tüm eski toplumu sarsan adımlarla tarih sahnesine çıktığı ve aydınlanmanın felsefeden sanata kadar birçok alanı bütünleştiren bir ışık yaymaya başladığı zamanda ortaya çıkmıştır.
Uygarlık parçası olduğu burjuva yükselişi ve aydınlanma çağının temelleriyle bağıntısı içerisinde düşünüldüğünde, en çok, doğaya ve topluma dair yeni bir düşünüş tarzını ifade etmektedir. Bu anlamda uygarlık, tanrının iradesi ile değil insan aklı ile, soydan gelen ayrıcalıklar ile değil eşit yurttaşlık hakkı ile, düzene ve yasaya itaat etme ile değil haksız yönetime karşı başkaldırma ile ilişkilenmiş bir düşünce üslubudur.
Bu üslup ve tarz, burjuvazi “kendi suretinden bir dünya” yaratırken aşındı, eksildi. İnsanlığın 18. yüzyılda kat ettiği devasa mesafe, hızla geri alınmaya; tarihin hızlanan çarkları yavaşlatılmaya çalışıldı. Uygarlık, zaman zaman bu geri gidişe de direndi; işçi sınıfının iktidarı ele geçirebildiği anlarda özgün bir renk ve içerik de kazandı. Ancak geldiğimiz noktada, uygarlığın, 18. yüzyılın özgürleşmeci uygarlık üslubu ve tarzının bir yenilgiyle karşı karşıya olduğu açıktır.
Yenilgi çok ağır bir sözcük olduysa, bir kenara atılmıştır da diyebiliriz. Her durumda, uygarlık, tekrar ayağa kaldırılmayı, yeniden insanlığın büyük atılımının zemini haline getirilmeyi bekliyor. İşin püf noktası ise, tam da burası: günümüzde uygarlığı ayağa kaldıracak, yeni bir üslup ve tarz ile birlikte uygarlığı tekrar harekete geçirecek, insan özgürleşmesinin itici gücünü oluşturacak “yeni bir uygarlık”ı inşa edecek olan kimdir, nedir?
Bu soruya, iki nedenle, komünizm dışında bir yanıt verilmesi olanaklı değildir. Birincisi, mevcut dünya halinin ve uygarlığının çöküşünün birinci dereceden sorumlusu olan kapitalizm karşısında, komünizm ölçüsünde zıt ve uzlaşmaz bir başka tahayyül bulunmamaktadır. Bu anlamda, komünizm düşüncesi, kapitalist dünya egemenliğinin tam karşı kutbunu temsil etmektedir. İkincisi ise, komünizm, bir hareket ve mücadele biçimi olarak, kapitalist toplumsal ve siyasal ilişkilerin tümünü yıkabilecek, dünya üzerinde köklü bir zemin temizliğine gidebilecek potansiyele sahip tek dinamiktir. Dolayısıyla, çökmüş ya da çökertilmiş, yenilmiş ya da terk edilmiş uygarlığın yeni bir üslup ve tarzla, yeni bir heyecan ve hızla, yeni bir bilinç ve hedefle ayağa kaldırılmasını üstlenebilecek tek güç komünizm düşüncesidir.
Bu söylenenler, elbette, kolayca ve bir çırpıda gerçekleştirilebilecek görevler değildir. Komünizm, hem radikal içeriği ve yıkıcı potansiyeli ile, hem de bütüncül bilinci ve kurucu zenginliği ile yeni bir uygarlık üslubunun ve tarzının üretimine dolaysız biçimde katkı yapmak zorundadır. Tıpkı 18. yüzyılın devrimci toplumsal güçlerinin yaptığı gibi, bir yandan mevcut dünyanın kalıpları ve yatkınlıkları acımasız bir eleştiriden geçirilmeli, bir yandan da kapsamlı bir özgürleşme ve kurtuluş tahayyülü düşüncenin ve toplumsal pratiklerin her alanına egemen hale gelmelidir.
Kısacası, komünizm, yeni bir uygarlık üslubu ve tarzı olarak, insanlığın evrensel temsilcisine dönüşmelidir. Tarihin bu dönemindeki karanlığı ve vahşeti alt edebilecek yeni bir aydınlanma, yeni bir özgürleşme, yeni bir eşitlik ve kardeşlik arzusunun, siyasal ve tarihsel öncüsü olabilmelidir.
Emek sömürüsünün, artan yoksullaşmanın, savaşların, gericileşmenin, cinsiyet eşitsizliğinin, çevre yağmasının, nükleer felaketlerin, çocuk istismarının, salgın hastalıkların; doğada ve toplumda gözlenen her türlü sömürü, eşitsizlik, ayrımcılık ve baskının yegane, biricik, tartışmasız çaresi olmak, günümüzün evrensel insanlık bilincinin sahibi ve temsilcisi olarak sahneye çıkmak, komünizm düşüncesinin ihmal edilemeyecek ödevidir.
Febvre’nin sözlerindeki gibi, yeni bir uygarlık, tam da ait olduğu çağda, işçi sınıfının ve komünizm düşüncesinin kapitalist vahşet ve çürümenin karşısına çıkmak için gereksindiği her şeye sahip olduğu bu zamanda, bir kez daha doğurulmalı, yaratılmalıdır.
Uzun uzun anlatmaya gerek yok; her gün deneyimlediğimiz çürüme, kapitalist uygarlığın can çekişmesinden ya da uygarlıktan sıyrılmış kapitalizmin insanlığı vahşice köleleştirmesinden başka bir şey değildir. Dünyanın, halkların, yoksul ve büyük insanlığın mücadelesi, komünizmin evrensel özgürleşme ve kurtuluş tahayyülüyle buluşturulmalıdır. Bunun içinse, komünizm, soyut bir hayal olmaktan çıkarılıp, işçi sınıfının öncüsü olduğu gerçek bir mücadelenin teorik ve pratik kaynağı haline getirilmelidir.
Muhtemelen büyük usta Marx da, komünizmin bu pratik gerçekliğine vurgu yapmak amacıyla “komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek, varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir” demişti. Çünkü “bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz”.