Her ne açıdan bakılırsa bakılsın, 16 Nisan referandumunun ardından kaçınılmaz bir sonuç kendini dayatıyor: Türkiye’de Cumhuriyet sona ermiştir. Öte yandan, Cumhuriyet sona ererken, geriye bir birikim ve kazanım bırakmıştır. Cumhuriyet’in bitişi, bir cumhuriyetçi damarı açığa çıkarmış veya özgürleştirmiştir de diyebiliriz.
Sözünü ettiğimiz birikim ve kazanım, “zaten yok muydu” diye düşünülebilir ve bugünün farkı sorgulanabilir. Oysa bir fark, hem de son derece belirleyici bir fark vardır.
Türkiye’de ilerici bir damarı temsil eden cumhuriyetçilik, uzun yıllar boyunca belirli bir siyasal, ideolojik ve hukuksal zeminle temas halinde hareket edegelmiştir. Daha somut olarak söylersek, Türkiye cumhuriyetçiliği, Cumhuriyet’in siyasal, ideolojik ve hukuksal zeminiyle rabıtalı bir çerçeveye sahip olmuştur.
Bu anlamda, Türkiye’de siyaset ve ideoloji alanı esasen Cumhuriyet rejiminin maddi zemininde; siyasal, ideolojik ve hukuksal çerçevesi içinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme, sol/sosyalist hareketin kendisi için de geçerlidir. Hatta, ilk bakışta çok tartışmalı görünse de, Cumhuriyet ile temelden yadsıma ilişkisi kurmuş olan Kürt siyasal mücadelesi ile İslamcı gericilik de Cumhuriyet’in yerleşik çerçevesi içinden yola çıkan akımlar olmuştur.
Kuşkusuz, burada tarif edilen olgu, Türkiye’deki tüm siyasal ve ideolojik akımların Cumhuriyet’in çerçevesinin (en yalın ve katı haline resmi ideolojide rastlanan) içeriğini tümden savunduğu ya da onu benimsediği anlamına gelmiyor. Kast edilen şundan ibarettir ve temel düzeyde bir belirlenimdir: Türkiye’de siyaset ve ideoloji alanında yer etmiş ilerici siyasal akımlar, farklı derecelerde de olsa, Cumhuriyet’in tarihsel meşruiyetini ve bir kazanım olarak kıymetini teslim eden (ama sınırlarına işaret edip onu aşmayı amaçlayan) bir güzergahta ilerlemiştir.
Bu anlamda, Türkiye ilericiliği, en radikal ve maksimalist kulvarlarından en reformist ve uzlaşmacı kulvarlarına kadar, mevcut Cumhuriyet rejiminin siyasal, ideolojik ve hukuksal çerçevesini bir zemin olarak kabul etmiştir. Ve bu kabulün nedeni, Türkiye ilericiliğinin alicenaplığı ya da teslimiyetçiliği değil, Cumhuriyet’in gerçekten de meşru ve ilerici bir kazanım anlamına gelen niteliğidir.
Yukarıda “bir fark, hem de son derece belirleyici bir fark var” derken göstermeye çalıştığımız nokta tam da buradadır işte: Bugün, Türkiye’de yürürlükte olan rejimin, hiçbir biçim ve anlamda meşruiyeti yoktur. Tarihsel olarak gerici ve halk düşmanıdır. Yeni rejimin maddi zemini ya da sunduğu siyasal, ideolojik ve hukuksal çerçeve başından sonuna değin karşı-devrimcidir.
Dolayısıyla, Cumhuriyet’in tüm ilerici siyasal akımlara bir genel çerçeve sunması gibi, yeni rejimin de bir çerçeve oluşturacağını ve bunun bir zemin olarak kabul edileceğini düşünmek imkansızdır. Çünkü az önce de dile getirdiğimiz gibi böylesi bir çerçevenin kıstası ilericiliği ve meşruiyetidir.
Aradaki farkı biraz uzunca da olsa bu biçimde özetledikten sonra baştaki saptamamıza geri dönebiliriz.
Türkiye’de Cumhuriyet sona ermiştir. Tarihi boyunca, kendisini kuran partinin sayısız acı ihanetine tanık olan Cumhuriyet, son perdede adlı adınca terk edilmiştir. Bu terk edişle birlikte, Türkiye cumhuriyetçiliği sahipsiz bırakılmıştır.
Türkiye’de Cumhuriyet bitmiştir ancak tam da bu bitiş anında güçlü ve direngen bir cumhuriyetçi damarı dışa vurmuş ya da açığa çıkarmıştır. Düzen muhalefetinin teslimiyetiyle birlikte bu cumhuriyetçi damarın Cumhuriyet zemini ile ilişkisi tümüyle kopmuştur.
Şimdi ise Türkiye sol/sosyalist hareketinin bu kopuşu bilince çıkarması ve bir pozitif programa dönüştürmesi gerekmektedir.
Buradaki saptamaların, sol/sosyalist hareketteki düzen içilik/düzen dışılık ya da legalizm/illegalizm tartışması ile bir ilgisinin bulunmadığını söylemeye gerek olmasa gerek.
Konu başkadır ve çok daha ciddidir.
Türkiye cumhuriyetçiliği, maddi zeminini; siyasal, ideolojik ve hukuksal çerçevesini yitirmiş bir hayalet gibi ülkenin üzerinde dolaşmaktadır. Türkiye’nin kurtuluşu için mücadelenin temsilcisi olan sol/sosyalist hareket ise bu hayaleti ete kemiğe kavuşturmanın yolunu bulmak ve hayata geçirmekle görevlidir.
Bu, sanıldığı kadar kolayca ve ezbere altından kalkılacak bir görev değildir. Türkiye’de yeni rejimin tüm boyutlarıyla çözümlenmesine, toplumsal ve siyasal dinamiklerin teşhisine, temel çatışma ve mücadele başlıklarının öngörülmesine, ilerici güçlerin ve halk kesimlerinin birbiriyle eklemlenecekleri hedefler bütününün oluşturulmasına, tüm bu sürecin güçlü ve yaygın bir örgütlülük biçimiyle derlenmesine ihtiyaç duyulacaktır.
Kısacası, bu görevin hakkını vermek için adıyla sanıyla bir “yeni cumhuriyet” programı ve kitlesel bir örgütlülük modeli gereklidir.
Bugün, Türkiye cumhuriyetçiliğinin yoksun kaldığı maddi zemini, siyasal, ideolojik ve hukuksal çerçeveyi kuracak, deyim yerindeyse ona bir beden sunacak “yeni cumhuriyet” programından bahsediyoruz.
Eşitlikçi, halkçı, Türk ve Kürt ilericiliğinin ve bunlar arasındaki kardeşliğin (hatta karındaşlığın) ortak eseri olan ve kızıl bir damarı boydan boya kuşanan bir “yeni cumhuriyet”...
Lafı dolandırmaya ne hacet! Basbayağı devrimci bir cumhuriyet...