Çeyrek yüzyıl önce Doğu Avrupa’daki antikomünist dalga uluslararası sermaye için çok önemli bir role sahip olmuştu. Yeni Pazar bulmakta zorlanan, kendi içlerinde sendikaların direnciyle karşılaşarak işçi ücretlerini bir türlü istedikleri seviyeye çekemeyen uluslar arası sermaye için Doğu Avrupa’daki halk demokrasilerinin çöküşü muazzam bir fırsat yaratmıştı.
Fakat bu “proje” tamamlanabilmiş değil. Polonya’yı, Çek Cumhuriyeti’ni, Macaristan’ı ve hatta tek lokmada yutamadığı Yugoslavya’yı parçalayarak hazmeden Batı, bir türlü Rusya’yı dize getiremedi. Rusya o kadar kolay lokma değil. Demografik olarak, iktisadî güç olarak neredeyse Doğu Avrupa’nın tamamını toplasanız bir Rusya ediyor.
Batı bir müddettir hazmedemeyeceğini bildiği Rusya’yı en azından “terbiye” ederek kendi tarafında tutmaya çalışıyordu ama en nihayetinde bu uğraşın da yersiz olduğunu görmüş olacak ki, yeni bir Soğuk Savaş başlatmaya ciddi anlamda karar vermiş vaziyette.
Batı’nın en liberal, en muhafazakâr kesimleri başta kendi hükümetlerine ve AB’ye karşı uzun bir zamandır Putin ve Rusya’ya karşı gereğinden fazla “yumuşak” davrandıkları uyarısını veriyorlardı. Batı ise en azından görünürde “saldırgan” tarafın kendisi olduğunu o kadar açıktan belli etmek niyetinde değildi. Ukrayna güzel bir bahane oldu.
Geçtiğimiz hafta bu köşede Polonya’daki anti-Rus siyasetin nasıl da anti-Sovyetik ve hatta anti-komünist bir söylemden nemalandığını sayfalarımıza taşımıştık. Fakat Batı bu sefer biraz temkinli davranıyor. Nazi tecrübesinden ağzı yanan emperyalistler, ikiz kardeşleri faşistlerin siyasî arenada, en azından iktidara yakın odaklarda yer almalarını ise istemiyolar. Polonya’daki neo-Nazi gruplara polis müdahalesi bu iradeyi gösteriyor.
Benzer bir irade geçtiğimiz hafta Macaristan’da da ortaya çıktı. Hali hazırda Orban liderliğindeki Macar hükümeti Orta Avrupa’da ciddi bir ırkçı ve faşist siyasî odak olarak biliniyor. Geçtiğimiz hafta internet vergisindeki artışa karşı Budapeşte’de gerçekleştirilen hükümet karşıtı eylemler ilk bakışta her yerde devrim arayanlar için olumlu bir algıya yol açabilir. Fakat eylemcilerin AB ve ABD’yle daha iyi ilişkiler geliştirilmesini dile getirmesi, hatta Orban hükümetinin Rusya ile daha iyi ilişkiler geliştirmeye çalışması aleyhinde sloganlar atması dikkatlerden kaçmamalı. Ayrıca eylemlerde anti-komünist sloganların atıldığı da unutulmamalı. Macaristan’da AB’ci güçlerin en büyük sıkıntısı ise muhalefetin birlik oluşturacak bir yapıya sahip olamaması. Sosyalist eğilimli Macar Halk Cephesi’nin (Nepi Front) İleri Haber’e ulaştırdığı bilgiler Budapeşte’deki eylemlerde kesinlikle devrimci bir iradenin olmadığına dair. İleri Haber’e Macaristan’daki eylemlerle ilgili bilgi ulaştıran bir başka sol örgüt, Sol Cephe (Baloldali Front) ise ABD’nin Macaristan’daki Budapeşte Büyükelçisi Andre Goodfriend’in de gösterilere destek verdiğine dikkat çekiyor.
Rusya ile köprülerin atılmasını savunanlar geçtiğimiz hafta “Karanfil Devrim”in 25. yıl kutlamalarında da ortaya çıktı. Çek Cumhuriyeti devlet başkanı Miloş Zeman’ın Rusya ile denge siyaseti izlemesi, Çek Cumhuriyeti’ndeki kimi çevreleri rahatsız ediyor. Bu rahatsızlığın yansıması 25. yıl kutlamalarında da ortaya çıktı. “Karanfil Devrimi”ni kutlayan göstericiler anti-komünist sloganların yanı sıra, Zeman’ın Rus siyasetini de eleştirdiler. Geçtiğimiz hafta, Zeman’ın Ukrayna’daki çatışmaları bir “iç savaş” olarak nitelemesi karşısında Ukrayna Dışişleri Bakanlığı Kiev’deki Çek Büyükelçisinden konu ile ilgili bir açıklama talep etmişti. İlgi çeken başka bir gelişme de “Karanfil Devrimi”nin lideri eski Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Vaklav Klaus’tan geldi. Klaus Karanfil Devrimi’nin yıldönümünde yaptığı açıklamada Batı’yı Soğuk Savaşı yeniden başlatmakla suçladı. Klaus bile bu kadar açık bir Batıcılıktan rahstzılığını ifade etti.
Doğu Avrupa’da bir başka gelişme de Romanya seçimleriydi. Sibiu belediye başkanı Klaus İoannis sosyal demokrat Viktor Ponta karşısında ikinci turda cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. Her ne kadar Batı yanlısı olsa da, Rusya’yla da ters düşmek de istemeyen Ponta karşısında liberal İohannis’in cumhurbaşkanı seçilmesi Batı tarafından olumlu karşılandı. Nitekim İohannis seçim çalışmalarında NATO ve AB ilişkilerinin daha da öncelikli olacağı bir siyaset izleyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştu.
Önümüzdeki hafta sonu Moldova seçimleri ise yeni soğuk savaşın önemli bir kırılma noktası olabilir. 1997 yılından bu yana Moldova’da siyasî ağırlığını koruyan, 2001 yıllından bu yana da iktidarda olan Moldova Cumhuriyeti Komünistler Partisi (MCKP) 7 Nisan 2009 seçimlerinden bu yana sıkıntılı bir dönem yaşıyor. Oyların yaklaşık olarak yarısını alan MCKP’nin galip çıktığı Nisan 2009 seçimlerinden sonra ülkenin bir çok yerinde gösteriler düzenlenmişti. Gösterilerde AB bayraklarıyla birlikte Romanya bayraklarının da boy göstermesi dikkatleri çekmişti. Ülkenin bir iç savaşın eşiğine gelmesi üzerine MCKP lideri Voronin 29 Temmuz 2009’da seçimin yenilenmesini kabul etmişti ve yenilenen seçimde MCKP %45 oyla yeniden birinci parti seçilmişti. Seçim sonunda MCKP’li devlet başkanı Voronin görevinde istifa etmişti. Muhalefetin ortak adayı yeni cumhurbaşkanı Timofti ise ancak 2012 yılında görevine başlayabilmişti. 30 Kasım’daki seçimlerde ise MCKP karşısında birleşen muhalefete daha fazla şans tanınıyor. Nitekim MCKP içindeki iç çekişmeler geçen 5 yılda partiyi oldukça yıprattı. Bu durumda ülkeyi önemli bir sıkıntı bekliyor. MCKP taraftarları Rusya karşıtı, AB yanlısı politikalara karşı sessiz kalmayacaklarını ifade ediyor. Daha da ötesi, şimdiye kadar sadece Dağlık Karabağ, Abhazya ve Güney Osetya, yani hali hazırda BM tarafından tanınmamış üç ülke tarafından tanınmış olan Transdinyestr Cumhuriyeti’nin Moskova tarafından tanınabileceği endişesi de hakim. Ülkede seçim sonrası olası bir iç savaşta en son seçimlerde MCKP’nin %77 oy aldığı Hristiyan Türk azınlığın hakim olduğu Gagavuz özerk bölgesinin de bağımsızlığını ilan etme ihtimalinden söz ediliyor. Bu durumda, Moldova’da da Ukrayna’dakine benzer çatışmaların kaçınılmaz olduğunu vurgulamak gerekiyor.
2014 Güzü, Avrupa tarihi için önemli bir kırılma dönemi olarak tarihe geçebilir. Kendi içindeki sıkıntılardan yılan Batı, bu sıkıntıları aşmak için Doğu Avrupa’da kan dökülmesini göze almış gibi görünüyor.