Ülkece, Erdoğan’ın Kaç-Ak Saray’da 16 Türk devletinin üniforması olduğu iddia edilen modellerin arasında sergilediği podyum performansının etkisini henüz üzerimizden atabilmiş değiliz. AKP’den milletvekili adayı olmak isteyenlerin maskeli baloya gider gibi verdiği pozlar da hafızamızda.
Şiirler, özlü sözler, dombıralar, kavuklar, Osmanlı tuğraları, daha neler neler.
Son olarak Yalçın Akdoğan’ın Polis Teşkilatı’nın kutlamalarında çektirdiği fotoğrafa ve Erdoğan’ın adına yazılmış başkanlık konulu mehter marşına da tanık olduk.
Bütün bunlarda bir siyasal hırs ve hedef görmekle birlikte, hepimize içten içe gülünç geldiği, bir mizah unsuru olarak değil de pespayeliğe düzülen övgünün doğurduğu bir acı tebessüme dönüştüğü açık.
Cehalet mi, evet. Yozlaşma mı, evet. Zevksizlik mi, evet. Hatta delilik mi, o bile biraz evet. Bunların hepsi ve dahası var.
Yoksa İnci Pastanesi’ni, Emek Sineması’nı, AKM’yi yok etmek ve yerlerine Gökçek’in robotlarını, plastik çam ağaçlarını falan dikmek nasıl açıklanabilir?
Düz bir vandallık, diz boyu cehalet ve su katılmamış bir yozluk dışında, nasıl bir açıklama düşünülebilir?
Karşımızda duranın, hiçbir incelik katılmamış, yontulmamış, incelmemiş, kütük gibi, kalas gibi bir şebeke olmasından başka ne söylenebilir?
***
Belki şu söylenebilir: AKP dönemiyle birlikte tavana vuran genel yozlaşma ve kültürsüzleşmenin ötesinde, bu tür pratikler bir yönetme mantığı taşıyor. Yani, bu tür sansasyonel gösteriler sayesinde, AKP, kendi tabanı ile Türkiye’nin geri kalanı arasına son derece yüksek kültürel bariyerler dikiyor.
Dekoratif kıyafetler, altın varaklı devasa kapılar, milyarlık çaylar, ne idüğü belirsiz marşlar, padişah kostümleri, gülünçten öte bir “edebiyat”; bütün bunlar hitap kitlesinin algı ve duygu dünyasını bambaşka bir zemine taşıyarak, toplumun farklı kesimleriyle anlamlı, anlaşılabilir, karşılıklı olarak sürdürülebilir bir diyalog kurmasının önüne geçiyor.
Basitçe söylersek, İnönü’nün Mustafa Kemal’i zehirlediğine ve bunu da antetli kağıda açık açık yazarak yaptığına ya da geçenlerdeki elektrik kesintisinin veya Tuğçe Kazaz’ın hristiyan olmasının sorumlusunun paralel yapı olduğuna inanan bir insanla konuşacak fazla şeyinizin, anlatacak takatinizin, tutturacak bir ortak dilinizin kalmamasından bahsediyoruz.
Bu kopukluğun sürdürülebilmesi, kültürel bariyerlerin daha da yükseltilebilmesi için bu tür “sansasyon”ların da devam ettirilmesi gerekiyor. Sadece iktidarın ideolojik manipülasyonlarla geniş bir kitlenin bilincini çarpıtması değil, basbayağı mekanın, yaşam ve zaman algısının, toplumsal bağ ve pratik biçiminin ayrıştırılmasıdır söz konusu olan. Yani kopuş, bilinç düzeyiyle sınırlı olmayıp, pratikte ve toplumsal yaşamda da karşılık bulmaktadır.
***
Bu tablo karşısında neler yapılabileceği önemli ve biraz derinleştirilmesi gereken bir başlık. Bu yazıda ise böyle bir niyet ya da girişim söz konusu değil. Sadece, kültürel bariyerin öte yanına ve bahsettiğimiz sansasyonların müzik, kıyafet, “edebiyat” gibi estetik alanlardaki yoğunlaşmasına değinmekle yetineceğim.
Bariyerin öte yanında, yani en geniş biçimi ve anlamıyla bizlerin olduğu yanda, tanık olunan sığlıkla baş etmenin imkansız olduğu hissine ara sıra kapılmak garip değil. Çünkü söz ettiğimiz kopuş, her türlü ilişkilenme biçimini imkansızlaştırmaktadır. Ancak dikkat, bu ilişkilenmenin imkanlarından önce, mahiyetine çevrilmelidir.
Yani bariyerin diğer yanıyla kurulacak ilişki, diyaloğun, konsensüsün, empatinin ötesine taşmak, giderek bir mücadeleye dönüşmek zorundadır. AKP’nin tabanında kemikleşmiş hale gelen kültürel zeminle, ancak ve sadece mücadele edilebilir çünkü. AKP belki de sosyoloji literatürüne konu olacak yeni türde bir toplumsallık biçimi yaratmıştır ve oradaki katılık, taşlaşmışlık, duyarsızlık, yalnızca sivri bir cismin sert darbeleriyle kırılabilir. Buradan çıkan sonuç, sokakta AKP’li kovalamak değilse, nedir peki?
Şudur: Bariyerin bu tarafı, yani bizim taraf, siyasal ve kültürel bir eksen üzerinde olabildiğince kemikleşmeli, karşı tarafa denk bir katılık kazanmalıdır. Bu, dişe diş bir ideolojik mücadele için gerekli olan tahkimat olarak da anlaşılabilir. Sonuçta, bariyerin bu tarafı kendisini değerler, ilkeler, yönelimler, düşünüş ve eyleyiş biçimleri konusunda ne kadar sivriltirse, aradaki bariyeri aşıp AKP tabanına müdahale etme, bu müdahale sayesinde orayı çözme olanağı da o ölçüde artacaktır. Çünkü taşıdığı ve yeniden ürettiği değerler açısından büyük ölçüde etkileşime kapalı olan AKP toplumsallığını çözmek için, eşit derecede güçlü ve yaygın bir toplumsal güce, sarsıcı bir basınca, deyim yerindeyse bir tür kuşatmaya ihtiyaç vardır.
Gelelim işin “estetik” boyutuna. AKP’nin sansasyonel performanslarının sıklıkla estetikle ilgili alanlarda, müzik, film ya da söz sanatlarında mesela, sergilenmesinin bir mantığı var mıdır?
Benjamin’e bakarsak, bu soruya “evet” diye yanıt vermemiz gerekir. Benjamin o meşhur “The Work of Art...” adlı makalesinde, faşizmin politikayı estetize ettiğini, komünizmin ise buna estetiği politize ederek yanıt verdiğini söylüyor. Yıkılışını estetize eden akılla, estetiğini yıkıcılaştıran akıl arasındaki farkı işaret ediyor. Eğer bir mahsuru yoksa, ben buradaki vurguyu genişletmeyi önereceğim.
Yani, bariyerin bu tarafında ihtiyaç duyduğumuz tahkimatı sağlayabilmek için, estetiği ya da sanatı olduğu kadar, kültürü, ahlakı, yaşam tarzlarını, değerler ve ilkeleri de politize etmek gerektiğini söyleyeceğim.
Çünkü, Benjamin’in sözleriyle söylersek, “kendi yıkımını birinci sınıf bir estetik hazla” izleyen toplum, yalnızca, hayatın tüm hücrelerini politize etmiş bir hareket sayesinde yeniden kurulabilir.