Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesi, amaçlanan ne olursa olsun, Türkiye’nin Suriye politikasının debelendiği bataklığı gözler önüne sermek açısından bir dönüm noktası olarak görülebilir.
Uçak krizinin hemen ardından, Türkiye NATO ve Avrupa desteği için kapıları aşındırırken, cebinde tuttuğu en değerli koz göçmenlerdi. Fransa’daki katliamı gerçekleştirenler de dahil olmak üzere, Avrupa’daki cihatçıların büyük kısmının Türkiye ile öyle ya da böyle bir ilişkiye sahip olması, AB için göçmen konusunu bir risk haline getiriyordu zaten. Sonuçta, Türkiye ile AB arasında yapılan anlaşmayla, Türkiye kozunun karşılığını aldı.
Ancak bu karşılığın sanıldığı kadar kazançlı olmadığı anlaşılıyor. AB’den Türkiye’ye ayrılan bütçe, milyonlarca göçmene bölündüğünde ciddiye bile alınamayacak bir tutar. Üstelik, bu bütçenin kullanılmasının birçok şartla bağlandığı da biliniyor. Yine birçok şartla bağlanan bir diğer konu ise, vize serbestisi. Türkiye’ye sunulan anlaşmanın dolaysız biçimde vizelerin kalkması ve Türkiye vatandaşlarının AB’ye serbestçe girip çıkması anlamına gelmediğini söylemeye gerek bile yok. Kısacası, göçmenleri zapturapt altına alma karşılığında Türkiye’nin ağzına bir parmak bal çalınmış olduğunu söylemek abartı olmaz.
NATO’nun ise, Türkiye’yi gözden çıkarmadığı, ancak Rusya’ya savaş falan açmayacağı açık. Uçak krizinin ilk anlarında Türkiye’ye destek açıklamaları sıralanırken, ardından gelen günlerde itidal ve uzlaşma çağrıları öne çıktı. Özetle, NATO ve ABD, Türkiye’ye “tamam, seni harcamalarına izin vermeyeceğiz” derken, Rusya’ya da “işi büyütme, biz onu yola getiririz” demiş oldu.
Ancak dış politika dinamik bir süreçtir. Elinizdeki kozla bir ömür oyun oynayamazsınız. Bu yüzden, Türkiye gibi her açıdan bağımlı bir ülke, hem sınırlı sayıda koza sahip olur hem de yeni kozlar üretmek becerisinden yoksun kalır. Dinamik dış politika alanında sürekli yeni kozlar üretip masaya sürmek, yani dış politika stratejinizi sürdürülebilir kılmak için, ekonomik-siyasi-askeri başlıklarda yüksek bir kapasiteye sahip olmanız gerekir. Eğer Türkiye gibi bağımlı ve handikapları bol bir ülkeyseniz, ortasına daldığınız oyunun sonunu getiremezsiniz.
Sonuçta olan da budur. Türkiye, elindeki sınırlı kozu bir anda masaya sürüp oyunun gidişatını etkilemek isterken, şimdi hiçbir kozu olmadan oyunun nereye gittiğini izleyen bir oyuncuya dönüştü.
Nitekim bölgede “oyun kurucu aktör” böbürlenmesini sürdüren Türkiye, karşı çıktığı ne varsa hepsiyle bir bir karşılaşıyor. Temcit pilavı gibi tekrarlanan uçuşa yasak bölge mi? Halihazırda Suriye’de bir uçuşa yasak bölge fiilen oluşmuş durumda zaten. Ancak bu bölgeyi oluşturan, uçak krizini kullanan Rusya oldu ve 24 Kasım’dan bu yana Türk savaş uçakları hangarlarda bekliyor.
Tampon bölge ısrarı mı? ABD her seferinde bu öneriyi geri çevirdiği yetmezmiş gibi, daha geçenlerde Obama’nın G20’deki konuşmasıyla bir kez daha reddetmiş oldu.
PYD/YPG’nin terör örgütü kabul edilmesi mi? Yine ABD, PYD/YPG’yi terör örgütü kabul etmeyeceğini konu her açıldığında söylüyor, dahası Kürtlere yardımı da sürdürüyor.
Esad’ın gitmesi mi? ABD’den Rusya’ya kadar oyunun parçası olan neredeyse tüm aktörler, Suriye’de Esad’ın gitmesinden önce, IŞİD’in yok edilmesine dayanan bir konsepti dillendirip duruyorlar.
Bu koşullar altında, Türkiye’ye düşen rol, daha fazla oldu-bitti yapıp “arıza” çıkarmadan uslu uslu oturması ve kendisine ne söyleniyorsa eksiksiz yerine getirmesi. Nitekim NATO ve ABD, Türkiye’ye arka çıkarken, bir yandan da Türkiye’nin iplerini daha da sıkılaştırma fırsatını geri çevirmemiş oldular. Türkiye’nin bağımlılığının simgesi olan İncirlik Üssü’nde, artık Fransız ve Alman uçakları da boy gösterecek mesela.
Ecdadın şanlı hayalleriyle pompalanmış dış politika stratejisi, sahibinin sözünden çıkamayacak haldeki bir kuklaya dönüşmüş durumda.
Rusya’nın IŞİD’le işbirliği ve petrol kaçakçılığı iddialarının ele alınış biçimi, bu kuklanın nasıl oynatıldığını/oynatılacağını gösteriyor zaten. ABD, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın ailesinin IŞİD’le petrol işbirliği yaptığını reddederken, IŞİD’in Türkiye sınırından petrol geçirdiğini söylemeyi de ihmal etmedi. Dolayısıyla ABD, Rusya’nın iddialarına yanıt olarak, aslında “Erdoğan’ın ailesi yapmıyor” demekle yetinmiş oldu. Bu savununun, Rusya’dan çok Erdoğan’a hitap ettiğini, söz dinlememekte ısrar ederse hesabın Erdoğan’a kesileceğinin ima edildiğini anlamak zor değil. Yani Rus tehdidi, ABD’nin Türkiye’yi hizaya getirmek için açık bıraktığı bir kapı oluverdi.
İşte bu koşullarda, Suriye’deki denklemden çıkmış olan Türkiye, bu defa Musul üzerinden kendisine yeniden yer kapmaya çalışıyor. Henüz Musul hamlesinin sonuçları tam olarak belirginleşmiş değil. Ancak, Türkiye, Irak’ta kapacağı rol için adım atarken, izlediği dış politika stratejisinin kaçınılmaz sonucu olarak yine IŞİD’le iş tutmak zorunda kalıyor. Çünkü Türkiye’nin eğittiği Sünni grupların IŞİD’le yakın ilişkileri olduğu Irak’ta çokça dillendirilen bir iddia. Başta Nuceyfi olmak üzere, Türkiye’nin Irak’ta desteklediği isimlerin, IŞİD’in Irak’taki varlığına destek olduğu gibi ağır suçlamalar da dile getiriliyor. Barzani’yi bir kenara koyarsak, Kürtlerin de Şiilerin de Türkiye’nin hamlesine rıza göstermeyeceği bilindiğine göre, Türkiye Irak’ta pozisyon alabilmek için yine IŞİD’e veya IŞİD’le yakınlığı bulunan Sünni gruplara başvurmak zorunda.
Yani Türkiye, ittifak ya da işbirliği için Suriye’de de Irak’ta da IŞİD’den başka bir güç bulamıyor. Kendisinin bölgede önemli ve güçlü bir aktör, dengeleri değiştirebilecek bir ülke ya da gelecek planları yapılırken nüfuzuna başvurulması gereken bir oyun kurucu olarak kalabilmesi için Türkiye’nin elindeki tek imkan IŞİD’in varlığının korunması ve sürdürülmesine dönüşüyor. Az sayıdaki kozunu da satıp savmış Türkiye, şimdi IŞİD kozunu güçlendirmek için Musul hamlesini tezgahlıyor.
“Sıfır sorun” diye diye “sıfır komşu” noktasına gelmekte olan Türkiye’nin IŞİD’e muhtaçlığı, sadece “cihanda” değil, “yurtta” da söz konusu elbette. Dört bir yandan sıkıştırılan Erdoğan açısından, ülke içindeki iktidarının son noktaya kadar sağlamlaştırılması, bu nedenle vazgeçilemez bir ihtiyaç. O yüzden Türkiye’nin tüm hücrelerine kadar gericileştirilmesi, başkanlıkla simgeleşen diktatörlük girişiminin başarıya ulaşması için, IŞİD Türkiye içinde de aktif bir unsur olarak sahaya sürülmeli.
Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları, Erdoğan’ın diktatörlük arayışında IŞİD’in nasıl bir iç politika enstrümanı olarak kullanılacağının apaçık örnekleridir.
Dün Beyazıt’ta cihatçı gruplar tarafından gerçekleştirilen eylem ise, bunun son örneği olarak değerlendirilmelidir.