Şehir şehir, ilçe ilçe, köy köy saldırıp alazıyla ağaçları, bitki örtüsünü, hayvanları, meraları, ahırları, kümesleri, evleri ve bahçeleri kavuran bir yangınla karşı karşıyayız. Ormanlar, tarım alanları, yerleşim yerleri, halkın geçim kaynakları, yaşlıların anıları, gençlerin gelecek hayalleri, koca bir ülkenin güzelliği, yeşilliği, serinliği kor alevler tarafından yutulup kül halinde tükürülüyor.
Siyasal iktidarın bu felaket karşısındaki tutumu ise izahı zor bir düşmanlığın, aymazlığın, kibir ve güç budalalığının, beceriksizlik ve tutarsızlığın gövde gösterisi gibi adeta. Kaldırılmayan uçakların hangarda bekletilmesinden tutun da yangınzedelere dumanı üstünde kredili ev satışı yapmaya çalışan yetkililere kadar koskoca bir çıkar aygıtının, ülkemizin varlık ve kaynaklarını cork cork emen bütün bir iktidar şebekesinin neredeyse kılını kıpırdatmadığı bir felaketin kurbanlarıyız şu anda.
Bu tabloya bakılınca, siyasal iktidarın ülke idaresini beceremediği, devlet bürokrasisine yerleştirdiği partizan kadroların en ufak bir birikime ve eğitime sahip olmadığı, liyakatin yerinde yeller estiği, itibar saydıkları sefahat ve şatafat dışında ülkeye ülkenin yararına tek bir çivi çakmadıkları görülüyor. Zaten genel kanı da bu yönde: Yönetemiyorlar!
Doğrudur; beceriksizlik, birikimsizlik, eğitimsizlik, liyakatsizlik, bilim dışılık, ahlak dışılık, mantık dışılık bu iktidarın, onun kadrolarının, medyadan akademiye kadar her köşeye sokuşturduğu yandaşların başta gelen özelliğidir. Bu kadro tipinin bırakın ülke yönetmeyi, vaktinde kendilerinin ayıla bayıla söyledikleri gibi, üç koyunu gütmesinin bile imkansız olduğu da kanıt üstüne kanıtla gözler önüne serilmiş durumda.
O zaman genel kanı dediğimiz şey bir açıdan doğru ve haklıdır: Yönetemiyorlar.
Ancak, bir de şu var: Yönetmiyorlar da!
Evet, bildiğimiz anlamda yönetmiyorlar. Ülkeyi, sınırları, ormanları; yurttaşların gereksinimlerini karşılaması beklenen kurumları; eğitimden sağlığa kadar temel kamusal hakların teminini düzenleyen kuruluşları bile bile, isteye isteye, şevkle ve zevkle yönetmiyorlar.
Tüm dünyada kullanılan ve gerekli tüm teknik kapasiteye sahip uçakları bile bile uçurmuyorlar. THK’nin eğitimli pilotlarını bile bile işten kovup kurumun başına vasıfsız bir yandaşı bile bile kayyum olarak atıyorlar. Orman arazilerine yapılaşma izinlerini, maden ve otel ruhsatlarını bile bile çıkarıyor, devlet sopasının koruması altında toplu ağaç kesimlerine bile bile izin veriyorlar. Bakanlar, müsteşarlar, müdürler bile bile yalan söylüyor, THK kayyumu ülke yangınla kavurulurken bile bile düğüne gidip eğleniyor. Daha yangın söndürülmemişken TOKİ projelerini bile bile reklam ediyor, RTÜK aracılığıyla basına yangın sansürünü bile bile dayatıyor, danışmanlar eliyle halkın arasında çatışma yaratacak yalan haberleri bile bile dolaşıma sokuyorlar.
Yani ülkeyi, tekrar edelim, bile bile, isteye isteye, şevkle ve zevkle yakıyor, yıkıyor, sömürüyor, eziyor, dövüyor, öldürüyorlar.
Beceriksizlik, birikimsizlik, eğitimsizlik, liyakatsizlik yüzünden yönetemiyor değiller; tam da yönetmek istemedikleri için, çıkarları bu yönetmeme halini gerektirdiği için beceriksiz, birikimsiz, eğitimsiz ve liyakatsiz kadrolara ihtiyaç duyuyorlar.
İyi de neden? Yanıtı, çağımızda dünyayı pençesine almış neoliberal egemenlik modelinden başka bir yerde bulmak mümkün değil.
Neoliberalizmin alameti farikası sayılması gereken şey, devletin kamusal hizmet ve yükümlülüklerinden sıyrılmasıdır diyebiliriz. Vaktinde liberal çevrelerin ağzının suyu akarak alkışladığı “devletin küçülmesi” projesi özelleştirmeler, piyasanın önünün açılması, devletin bir şirket mantığıyla çalışması, kar ve rant üretmeyen her türlü insani ve çevresel varlığın gözden çıkarılması gibi nitelikleriyle hakimiyetinin doruk noktasında şu anda. Ve tüm bunların doğrudan sonucu, şimdilerde bir örneğini ülkemizi yakıp kavuran yangınlarla deneyimlediğimiz gibi, yurttaşların bir başına bırakılması ve kendisi dışındaki güçler karşısında hiçbir koruma ve güvenlik hakkına sahip olmamasıdır.
Yurttaş büyük sermaye grupları, finansal güçler, döviz dalgalanmaları, enflasyon sıçramaları, yoksulluk ve işsizlik karşısında olduğu gibi, depremler, seller, göçükler, yangınlar gibi doğal afetler karşısında da tamamen yalnız bırakılmıştır. Tüm bunlarla baş etmek sadece ve yalnızca o tek bireye, yapayalnız kişiye, imkanları ve gücü kendisiyle sınırlı olan kimsesiz yurttaşa düşen bir göreve dönüşmüştür.
Haliyle, ülke büyüklüğündeki arazileri küle döndüren bir yangınla mücadele etmek, yaşam alanlarını ve doğal çevreyi korumak, yangının yarattığı tahribat karşısında onarıcı müdahalelerde bulunmak da o yurttaşın işi olmuştur.
Devletin göndereceği uçağı yoktur, uçak varsa da göndermek gibi bir sorumluluğu yoktur, sorumluluğu varsa da onu yerine getirecek kadrosu yoktur, kadrosu varsa da üstlendiği görevi hayata geçirmeye niyeti yoktur.
Devlet, yurttaşın hakları karşısında bir yokluktur artık; varlığını yokluk kipinde sürdüren bir makinedir. Bu makine sadece şiddete başvurmak gerektiğine karar verdiğinde görünür olur; görünürlüğünü polis copu, bekçi tacizi, sivil linç taburları, mahkemeler, olağanüstü hal kararları, yazlık, kışlık, avlık saraylar, 13 uçaklık filolarla sergiler.
İnsanlar alevleri gökyüzüne tırmanan devasa bir yangını eliyle toprak atarak söndürmek, kovayla su taşıyarak toprağın acısını dindirmek, acımasız bir ateşin içinde kavrulan hayvanlara yetişmek için koşa koşa çırpınmak zorundadır.
Bu neoliberal devlet yönetmeyecektir, yönetmemesi için tasarlanmış, yönetmemekle görevlendirilmiştir.
Bu nedenle, artık öngörülebilir, güvenli ve kolektif kurallara dayanan bir toplumsallık biçimini, bir ülke kimliğini, bir aidiyet hissini yaratacak tek güç yönetme işini de üstlenecek halkın kendisinden başkası değildir.
Gerçekten de iş başa düşmüştür ve bir haftadır canını dişine takarak yaşamına, doğasına, toprağına sahip çıkmaya çabalayan halkın gösterdiği dayanışma, özveri, gönüllülük ve cesaret sığınabileceğimiz yegane umut kaynağıdır.