Akademik açıdan her kavramda geriye giderken, kitap sayısının artmasını tam olarak çözemesem de işin olumlu tarafından da söz etmeliyim. Ne olursa olsun, bazılarında bence akademiyi ileri taşıyamayacak, hatta çağdışı görüşler olsa da diğer yandan ciddi bir veri birikimine yol açtıkları da yadsınamayacak bir gerçek.
Yıllar önce TKP’nin Nazım Hikmet’in şiirlerinden bir derlemeyi parti olarak yayınlaması üzerine bir telif hakkı sorunu doğmuştu. TKP 2002 yılında yayınladığı bir açık mektupla “Yapı Kredi ülkemizin sayılı tekellerinden biridir. Bu tekel, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin yağmacılıkta engel tanımayan yapısının önde gelen temsilcilerinden biridir. Nazım ise Türkiye’de komünizm mücadelesinin halk kitlelerine ulaşmış sayılı simgelerinden bir tanesidir. Yapı Kredi ile Nazım Hikmet iki karşıt dünyaya aittir. Nazım’ın eserinin içeriği Yapı Kredi’yi mahkûm eder niteliktedir.” demişti.
MEB Yayınları denince akla elbette öncelikle 1940’lı yıllardaki Dünya Klasikleri serisi gelir, gelmelidir. En iyi kitaplar, en iyi çevirilerle halka çok ucuz bir fiyatla sunulmuştu. Belki de Cumhuriyet döneminin en önemli kültür hamlesi diye nitelendirilebilir.
Şöyle bir geçmişe baktığımda, en yoğun böyle düşündüğüm zamanlardan bir tanesini dedemi kaybettiğimde yaşadığımı anımsıyorum. Sadece dedem olduğu için değil, gazeteci, araştırmacı, yazar ve değişik bir yaşamı olduğu için.
TİK ekonomik açıdan Osmanlı’dan net bir kopuşu gösteriyordu. Bu açıdan bakıldığında ilerici bir hareketti. Diğer yandan kalkınma biçimi olarak kapitalizmin seçildiğini de görmek gerekir. Belki de iki yıl önce 1921’de Sovyetlerde NEP (Yeni Ekonomik Politika; kontrollü olarak özel mülkiyete izin verilmesi) dönemine girilmesi de etkili olmuş olabilir, bilemiyorum. Burada kritik nokta sanayileşmenin gerçek anlamı olan ‘üretim aracı üretmek’ hedefinin TİK’de olmamasıdır.
Kitaplarda konuya göre bir ayrım veya dizin olmadığından ve belki de günce tarzında yazıldığından aynı konudaki sözleri bir arada görebilmek olanaksız, kitapların tümünü not alarak okumanız gerekiyor.
Kentin değerlerine sahip çıkılması, kent hakkının bir parçasıdır; kentin değerlerini başkalarının tekeline bırakmamak gerekir.
Birkaç versiyonu olan bu öyküde Marcel Proust ve James Joyce Mayıs 1922’de bir partide karşılaşıp tanışırlar. O kadar az konuşurlar ki karşılıklı sorularına “hayır” dışında yanıt vermezler. Bu “hayır”lar arasında birbirlerinin kitaplarını okuyup okumadıkları da vardır. İkisi de olağanüstü belleğe sahip bu iki kitap kurdunun anlamlı bir sohbeti, edebiyat dünyasına etkileyecek, yolunu değiştirecek noktalara gidebilirdi. Yazık olmuş.
Evet, anılar güzeldir; insana anımsatır, öğretir, düşündürür… Bence herkes tarihe tanıklık ettiğini
düşündüğü anda anılarını yazmaya başlamalı.
Romanın içerisinde o kadar çok malzeme, o kadar çok öykü var ki, pek çok yazar sadece burada anlatılanları ayrı ayrı kitaplaştırarak tüm edebiyat yaşamını geçirebilir. Zaten pek çok yapıta da esin kaynağı olmuştur Sefiller.