15 Temmuz sonrası AKP/Saray Rejimi: Süreç ve ittifaklar 

15 Temmuz sonrası AKP/Saray Rejimi: Süreç ve ittifaklar 

Darbe, tıpkı ve belki de en az devrim kadar süreç meselesidir. Bu yöntemsel bakış açısının, 15 Temmuz sonrasında gün yüzüne çıkan AKP/Saray Rejimi ulusalcı ittifakını anlamada oldukça yararlı bir işlevi olduğunu söylebiliriz. 

Tarihsel süreçlerin, o sürece içkin olan belirli anlarla eşitlenmesi genellikle karşılaşılan bir durumdur. Örneğin,  Ekim Devrimi’nin Kışlık Saray’ın ele geçirilmesiyle eşitlenmesi gibi. Bu anlar elbette ki önemlidir. Ama bu türden bir eşitleme, bu anların arkasında yatan toplumsal ve siyasi mücadelelerin mistifikasyonuna da zemin hazırlar. Çünkü, bu eşitleme hali devrim denen olgunun içinde devindiği gerçekliğin tarihsel bağlarını koparmak anlamına gelir. 

Benzer bir durum darbeler içinde geçerlidir. Darbe dediğimiz olgunun devrimlere nazaran bu türden bir mistifikasyona daha elverişli olduğu dahi söylenebilir. Çünkü darbe kelime anlamı itibariyle, anlık bir eyleme işaret eder. Öyle bir an gelir ki, iktidarı ele geçirmek için hareket eden ve elindeki zor aygıtına başvuran güç, son eylemi yaparak vurur. Her ne kadar bu, belirli bir anda yapılan hamle ile iktidarın el değiştirmesi anlamına gelse de bundan sonrası ya da daha doğru bir ifade ile düzenin tesis edilmesi süreçten bağımsız değildir. Yani, darbe, tıpkı ve belki de en az devrim kadar süreç meselesidir. Bu yöntemsel bakış açısının, 15 Temmuz sonrasında gün yüzüne çıkan AKP/Saray Rejimi ulusalcı ittifakını anlamada oldukça yararlı bir işlevi olduğunu söylebiliriz. 

REJİMİN İTTİFAKLAR SİYASETİ

Bu portalda, AKP’nin sıradan bir burjuva partisi olmadığı sıklıkla yazıldı. Bununla birlikte, AKP’nin sıradan bir burjuva partisi olmamasına dair iki neden üzerinde durmakta oldukça yarar var. Birincisi, AKP/Saray Rejimi, emperyalist kapitalist sisteminin içinde bulunduğu kriz ve açtığı boşluklar bağlamında Türkiye tarihinde hiç bir burjuva aktörün haiz olmadığı bir manevra kabiliyeti kazandı. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ilk defa, iç siyasetin dış siyasete bu kadar bağımlı olduğu ilişkiselliği ve çelişkileri de beraberinde getirdi.

İkincisi ise, bu manevra kabiliyeti iç siyasette hegemonya tesisi açısından oldukça önemli bir ‘ittifaklar siyaseti’ne alan açtı. 2002-2013 yılları arasındaki dönem, bugün dünya ölçeğinde gördüğümüz krizin ilk nüvesi olan 2008’de dahil olmak üzere, liberalizmin tasallutu altında geçti. Bu liberal tasallut döneminde toplumda demokrasi, kimliklere saygı gibi pek çok argümanla AKP/Saray Rejimi’nin toplumdaki hegemonyası örülüyordu. Diğer yandan esas taşıyıcısı Asker Partisi olan ulusalcılığa da Ergenekon davaları eliyle ağır darbeler indiriliyordu. Bu darbeler sonucunda ulusalcılık siyaset arenasından tasfiye edildi. 

Bugün ise geçmişte tasfiye edilenlerin AKP/Saray Rejimi eliyle yeniden siyaset sahnesine çıkışına tanık oluyoruz. 15 Temmuz, AKP/Saray Rejimini ‘devletin yeniden inşası’ gibi bir sorunla başbaşa bıraktı. Bu sorunun çözümü için AKP/Saray Rejimi – ulusalcı ittifakının (geçmişte kurduğu liberaller, cemaat ve Kürt ittifakı göz önünde alınırsa) zorunluluk haline geldiğini görebiliriz. Bu açıdan bakıldığında AKP/Saray Rejimi çok basit bir tarihsel kuralla hareket ediyor. Yeni doğmakta olan her rejim, ölü doğum yaşamamak adına eski rejimin koruyucularını yardıma çağırır.  

Yalçın Küçük, 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP’nin başarısını ‘yarı devrim’ (à demi faite) olarak tanımlamıştı. Yalçın Hoca’nın affına sığınarak kavramı biraz transforme ederek bugüne uyarlarsak, 15 Temmuz’u yarı-darbe olarak tanımlayabiliriz. OHAL ilanı, parlamenter sistemin fiili tasfiyesi, parlamentonun yürütme gücünü yeniden ele alacak güçten yoksun olması gibi pek çok örnek , bugün bize AKP/Saray Rejimi’nin darbesine doğru ilerlediğimiz bir kavşakta olduğmuzu göstermektedir. Diğer yandan bu nesnel durum, AKP/Saray Rejimi darbesinin parlamento dışı kurucu bir güce ihtiyaç duyduğuna da işaret etmektedir. Parlamento dışı kurucu güç denildiğinde bir yanlış anlamaya mahal vermemek adına bir parantez açmakta yarar var. Günümüzde zoru elinde bulunduran odak, zorun kurumsal biçimde kullanımı potansiyeli ile de işini görebiliyor. Bir çeşit ‘silahsız darbe’ olarak tanımlayabileceğimiz bu kullanım tehdidi sadece Türkiye’ye özgü bir durumda değildir. Venezuela’da yaşananlar bunun son derece tipik bir örneğidir. 

AKP/Saray Rejimi açısından durum bu kadar yalınken söz konusu ulusalcılar olunca durum biraz daha karmaşık halde. Böylesi bir ittifak, ulusalcılığın yapısı gereği pek çok açıdan sorunlu ve kendisi içinde çelişkili bir durumdur. Örneğin, bugün yeniden iktidara taşınan ulusalcılık şimdilik ‘’küçük ortak’’ pozisyonundadır. Ve bu pozisyonundan ne kadar süre hoşnut olarak kalacağına dair hiçbir veri yoktur. Diğer yandan laiklik, başkanlık, Kürt Sorunu gibi pek çok başlık, bu yeni ‘Tarihsel Blok’un kuruluşunda ciddi birer kriz dinamiği olarak yerli yerinde durmaktadır. Bu kriz dinamiklerine, ulusalcılığın alamet-i farikalarından biri olan ‘ulusal egemenlik’ ve bunun üzerinden temellenen bir kriz dinamiğini de eklememiz gerekmektedir. Bu kriz dinamiği, şimdilik, RTE’den bir ‘’anti-emperyalist’’ ikon yaratmak gibi fantazilerle bertaraf edilmeye çalışılsa da çok da uzun olmayan bir vadede patlamaya adaydır. 

BİTİRİRKEN

Yazının başında bugün yaşadıklarımızın bir süreç olarak kavranmasının önemine işaret ettik. Bugün yeni bir  tarihsel blok inşasına soyunan bu ittifakın çok ciddi krizlere gebe olduğunu görebiliyoruz. Bu noktada, solun yapabileceği en büyük hata, işçi sınıfı ve toplumsal mücadelelerin müdahil olamayacağı bir majör siyaset hamlelerin yürülülükte olduğunu iddia etmek ve sola, içe kapanmacı vaazlar vermektedir. Halbuki solun tam da düzeni buradan zorlaması, toplumsal güçlere bu inşaa sürecinin zayıf olduğu noktalardan delecek stratejiler üretmesi gerekmektedir. 
Taksim Mitingi bir de bu açıdan değerlendirilmeldir.