Çağdaş Oklap yazdı: G20 üzerine değerlendirme
Emperyalist hiyerarşinin kurumsal mimarisini yeniden inşa etmeye dönük bir girişim olarak kurgulanmış olsa da, G20'nin tam da emperyalizme içkin olan çelişkiler nedeniyle murat edilenden çok farklı bir yerde olduğunu görebiliriz.
Bu seneki G20 Liderler Zirvesi 4-5 Eylül 2016 tarihleri arasında, Çin Halk Cumhuriyeti’nde gerçekleştirildi. Emperyalist bloklaşmaların giderek gün yüzüne çıktığı, bu bloklaşmaların dünyanın çeşitli coğrafyalarında jeopolitika odaklı hegemonya ve güç çatışmalarına ‘şimdilik’ vekaleten girdiği bir dünya ahvalinde yapılacak olan 2016 G20 Zirvesi oldukça anlamlıydı.
G20, emperyalist-kapitalist sistemin merkezinde duran güçlerle yükselmekte olan güçlerin birbirleri ile ‘’eşit koşullar’’da bir araya geldikleri tek ve çok taraflı bir platform olma özelliği taşıyor. Dolayısıyla G20 2016, Çin’in ve elbette ki Çin ile hareket eden yeni güçlerin emperyalist kapitalist sistemin geleceğine dair vizyonunu ortaya koyması açısından da önemliydi.
G20 NASIL DOĞDU?
G20 ile somutlaşan emperyalizmin kriz(ler)ini bağımlılık ilişkilerini güçlendiren kurumsal mekanizmalarla çözüm bulma arayışlarının tarihini 90’lı yılların sonuyla başlatmakta bir sorun yok. Zira, G20 ve hayata geçirilemeyen öncülleri kabul edeceğimiz G22 ve G33 tipi arayışların teorik serüveni 90’lı yılların sonunda, emperyalist merkezlerde gündeme gelmeye başladı. Diğer yandan, Çin’in mevcut sistem içinde yükselen güç durumuna gelişi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle kapitalizme hayli sert biçimde eklemlenen ülkelerin yine mevcut sistem içinde giderek önemli konum elde etmeye başlamaları, bu güçlerin karar mekanizmalarına dahil edilip sisteme entegre edilerek aşılmaya çalışıldı. Bu entegrasyon süreci, sistemin kurumsal mimarisinde zorunlu değişimleri beraberinde getiriyordu.
Bununla birlikte, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana emperyalist kapitalist sistemin temelini ayakta tutan küresel finansal yapının (Bretton-Woods) mevcut durumda daha büyük krizlerin hazırlayıcısı haline gelmesiydi. Bunun sonucu olarak ise yaşanan durum, sistemin merkezinde duran güçlerin tarihte belki de ilk defa ‘batı-dışı güçler’ tarafından yürürlüğe konulan alternatiflerle karşılaşmış olmasıydı. 1990’lı yılların birbiri ardına vuku bulan Meksika, Asya ve Rusya finansal krizlerine ikna edici ve etkili çözümler getirilememesi sonucunda uluslararası ekonomik ve finansal sistemin yönetilemez hale geldiği fikri ‘tehlikeli’ derecede yaygınlık kazanıyordu. Bu güçlerin, Rusya’yı içlerine alıp G7’nin G8 haline gelerek genişlemesi, bahsi geçen nesnel durumun yarattığı güven bunalımını gideremedi. Merkez güçler böylesi bir kritik virajı, 1999 yılı Eylül ayında Washington’da gerçekleştirilen G8 bakanlar toplantısında G20’in kuruluşunu ilan ederek almaya çalıştılar.
G20 İÇİNDE HEGEMONYA VE GÜÇ ÇATIŞMALARI
Her ne kadar G-20’in kuruluşu, ‘ultra-emperyalizm’ hedefine ulaşmaya dair bir adıma tekabül etse de, Lenin’in bundan 100 yıl önce ortaya serdiği gibi, emperyalizmin doğası gereği bu hedefin gerçekleşmesi imkansızdı. Nitekim, G-20 içindeki alt gruplaşmalar kendini göstermeye başladı. G-20’in çekirdeği olarak kabul edilen emperyalist sistemin merkez ülkeleri olan G7, kimi zaman karşılarında(çokça) kimi zaman da yanlarında BRIC (Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya) adıyla anılan yeni güçlerin yükselişine tanıklık ediyordu. Bu durum, G7 ve BRIC’in birleşimiyle oluşturulan G12 ile aşılmaya çalışıldı. Bu, eşit bir platform olduğu yönündeki propagandaya rağmen G20’in aslında emperyalist hiyerarşinin yeniden tesis edilmesine dönük bir girişime işaret etmesi açısından oldukça önemlidir. Diğer yandan, G12’ye dahil edilmeyen ülkelerden beşi; Türkiye, Güney Kore, Avustralya, Endonezya, Meksika, MIKTA adlı bir oluşumu 2013 yılının Eylül ayında dünyaya ilan ettiler. Gayri resmi ve ‘düşük profilli’ bir forum olarak tarif edilen MIKTA, amacını, bahsi geçen beş ülkenin çıkarlarını küresel ölçekte savunulması olarak tanımlıyor.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, G20 içinde bugün hali hazırda iki alt ana grup ve bu iki alt grubun vekaleten verdikleri jeopolitika merkezli hegemonya mücadelesinin boşluklarına oynayan bölgesel güçlerin oluşturdukları üçüncü bir grup bulunmaktadır. Burada da göreceğimiz gibi krizin yarattığı boşluklar, G20 gibi ‘’ulvi amaçlar’’la kurgulanan ‘oyun alanında’ dahi, daha küçük oyunculara ciddi manevra alanları sağlamaktadır. AKP/Saray Rejimi’nin dış politika salvolarının bu açıdan değerlendirilmesinin oldukça anlamı olacağını belirtmekle yetinelim. Diğer yandan, anti-emperyalizmi oldukça kaba bir anti-amerikancılığa indirgeyen ulusalcı sefilliğin bu dış politika salvolarından beslendiğini unutmamalı.
Bu noktada, bir kısa parantez açmakta yarar var. Dünya siyasetinin girdiği yeni kutuplaşmanın Soğuk Savaş'takine benzermiş gibi kavranması solun yaptığı en büyük hataların başında geliyor. Halbuki yeni kutupluluğun sonsuz bir ilişkilenme hali olduğunu unutmamak gerekiyor. Çünkü, emperyalizmin birinci döneminden farklı olarak, günümüzde tekelci kapitalizm, ilişkilerin mümkün olduğunca yalıtıldığı kutuplara hapsolmayacak kadar büyük ve akışkan bir network üzerine kurulu. Dolayısıyla, AKP/Saray Rejiminin bu kadar kolay U dönüşleri yapabilmesinin nedenlerini bu nesnel zeminde aranması gerekiyor. Bu arayış aynı zamanda, AKP/Saray Rejimine karşı verilen mücadelenin anti kapitalizm ile içeriklendirilmesine olanak sağlayacaktır.
BUGÜN G20
Yazının başında, G20’in 2016 yılında başkanlığını Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaptığını söylemiştik. Bu noktada Çin’in G20’ye ilişkin olarak beklentilerine ilişkin olarak, 2014 yılında Brisbane’de gerçekleşen Zirve’ye dönmenin yararı olduğunu söyleyebiliriz. Bahsi geçen Zirve’de, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in G20 bundan sonra üç konuda daha fazla çaba sarfetmesi gerektiğini ilişkin konuşma yapmıştı. Jinping’in bu konuşmasının üzerinde şekillendiği temel üç konu sırasıyla; kalkınma, dünya ekonomisinin serbestleşmesi, ve küresel anlamda dünyanın yönetiminde eşit söz hakkına sahip olunmasıydı. Bu üç konuda da görüldüğü üzere, Avrasya Bloku olarak tanımlanan yeni güçlerin bir sistem olarak emperyalist kapitalizm ile bir sorunu bulunmuyor. Bu nesnel gerçeklikle birlikte, Türkiyeli sosyalist devrimcilerin, ‘anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunmaz’ tezinin, dünya ölçeğinde bir kez daha kanıtladığını not edelim.
Çin, kalkınma kavramına yeni bir anlam yüklenmesi gerektiğini savunuyor. Xi’nin konuşmasının satır aralarına bakıldığında hem hinterlandını hem de daha uzaktaki coğrafyalara dair ekonomik ilişkiler temelinde ciddi açılımları hayata geçirmek için adımlar atmak üzere olduğunu görebiliriz. Zaten konuşmanın hemen ardından da vakit kaybetmeden ekonomik temelli işbirliklerini; Yeni İpek Yolu ya da Çin’in kullandığı resmi adıyla “Bir Kuşak, Bir Yol” ile Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) gibi iki büyük projeyi devreye soktuğunu ekleyelim.
Lakin, her ne kadar bu projeler Avrupalı emperyalistler tarafından ilgi ile karşılansa da Güney Çin Denizi’nde Çin ve ABD arasındaki ‘soğuk savaş’ rüzgarlarının hayli sert esmesi yine bununla bağlantılı olarak, Japonya’daki ciddi oranda artan militarizasyon ve faşizan iklimin etkisi her iki ülkenin de bu projelere ciddi oranda rezerv koymasına neden oluyor. Diğer yandan, ABD öncülüğünde Asya-Pasifik coğrafyasında Çin’i dışarıda bırakan Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) gibi ‘entegrasyon projeleri’ devreye sokuluyor. Çin’in buna ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Örgütü) üyelerini içeren Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) projesi ile karşılık veriyor.
SONUÇ YERİNE
Görüldüğü üzere, emperyalist hiyerarşinin kurumsal mimarisini yeniden inşa etmeye dönük bir girişim olarak kurgulanmış olsa da, G20'nin tam da emperyalizme içkin olan çelişkiler nedeniyle murat edilenden çok farklı bir yerde olduğunu görebiliriz.
Bununla birlikte, Zirve’nin ana konuları olarak; sürdürülebilir kalkınma, tarım ve inovasyon, enerji, çevre, işgücü piyasaları, finansal konular ile terörizm karşıtı mücadele olarak sıralanması elbette ki önemli. Önemli çünkü bu konular, yaşanan kriz ve çözüm arayışlarına işaret ediyor.
Çözüm bulabilirler mi? Çözüm bulmaktan ziyade, çözüm bulunması gerektiği üzerine bir anlaşma vardıklarını söyleyebiliriz. Örneğin, 2008’te pik noktaya ulaşan kapitalist krizin süreklileşerek kapitalizmin krizine evrilmesinin sonucu olarak çözümün daha fazla neo-liberal politikalarda aranmasına, devletin ön plana çıktığı bir otoriterleşmenin baskın eğilim haline gelişine tanık oluyoruz.
Ama bu durum,‘’eskinin öldüğü yeninin doğamadığı’’ bir tarihsel kesitte olduğumuzu da gösterdiği için önemlidir. Dolayısıyla, yenin doğumunu sağlayacak anti-kapitalist bir mücadele hattının inşası edilmesi gibi bir görevle karşı karşıya olduğumuzu aklımızından çıkarmayalım.