Dükkanlarımızdan daha fazlasını istiyoruz!

Dükkanlarımızdan daha fazlasını istiyoruz!

Ortak alanlarda çalışma yürüten iki farklı yapıdan devrimcinin, kendi küçük hesaplarını diretmekten gayrı hiçbir dert gütmeyen o budalaca hırsları, insan ilişkilerindeki yozlaşmaya örnek değil midir?

Mert Karaatlı

Geçtiğimiz günlerde işçi sınıfı mücadelesine akıl yoran, emek veren değerli bir akademisyenin, Aslı Odman'ın bir yazısına denk geldim. "Emekçilerin Çoban Ateşlerini Solun İç Rekabeti İle Soldurmamak Sorumluluğu" isimli bu metni, metnin bütününe sinmiş olan bıkkınlık hali ve kendisiyle kurduğum duygudaşlık sebebiyle bir "çığlık" olarak gördüm.

Yazıda devrimcilerin işçi sınıfı ve sınıf örgütlerine ilişkin tavrını Brecht'in bir oyunu ile örnekleyen Odman, durumu şu şekilde özetliyor:

"Oyunda çocuğun anası olduğunu söyleyen iki kadın vardır. Çocuğu ortaya koyup iki kolundan çekin, kimin elinde kalırsa onun çocuğu olur diye bir oyuna girişilir. Çocuğu kendi tarafına çekmek için kolunun kopmasını göze alan, gerçek anası değildi."

Hepimizin gündelik çalışmalarımızdan aşina olduğu bu tavır ve eğilimler, "sol içi rekabet" adı altında öylesine normalleşmiş durumdadır ki; Odman dahi, en azından devrimciler arasındaki bu ilişkilerin bir "centilmenlik anlaşması" ile düzenlenmesini öneriyor. Geldiğimiz nokta maalesef bu derece üzüntü vericidir.

Sanıyorum ülkenin güncel politikadaki rüzgarının sert esiyor olmasından olacak, sosyalistler olarak en başa dönüp bakmaya, mayamızda yatan kimi özellikleri yeniden bilince çıkarmaya ihtiyaç duyuyorum...

İnsanlığın ortak değer ve duygularını ifade eden bazı kavramlar vardır. Dayanışmacılık, kardeşlik, yoldaşlık; insanların kolektif çıkarlarını temsil eden bu kavramlardandır. Ezilenlerin yüzyıllar boyunca ortak düşmanlara karşı kendi aralarında sürdürdüğü bu ilişki biçimi, bugünün insan ilişkilerine bir değer olarak taşınmıştır.

Yine bu ilişki biçimi, bir mirasın ötesinde, düşlerini kurduğumuz yeni toplumun da nüvelerini barındırmaktadır. Sınıfsız bir toplum, bu duygudaşlığın elinde yükselecektir. Bu sebepledir ki, ezilenlerin mücadelesinden damıtılan bu değerler, komünal bir yaşamı arzulayanlara rehber olmuştur. Sosyalistlerin yaşamla kurduğu ilişki de bu değerlerden etkilenmiştir.

Lakin kapitalist toplum, bu değerleri "bencil hesapların buzlu sularında boğmuştur". Bu yeni toplumda bencilliği “rasyonel” kılmış, rekabeti gündelik hale getirmiştir. Her türden dinsel ve siyasal yanılsamaların perdesi ardına saklanan bu bencilliği, açık, utanmaz ve dolaysız bir biçimde savunmuştur.

Marx ve Engels, insan ilişkilerindeki bu yozlaşmayı, bıraktıkları en temel rehber olan Komünist Manifesto'da, "insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı 'nakit ödeme'den başka hiçbir bağ bırakmamıştır" satırları ile işlemiştir.

Kapitalizm, bir bütün olan üretim sürecini, emeği ve emekçileri çeşitli parçalara bölmüş. Aynı üretim bandında çalışan insanları birbirinden koparmış, aynı firmanın çalışanlarını yakalarından ayırıp birbirine yabancı kılmış, aynı zincir restoranın kasalarında yer alan emekçileri birbirleri ile amansız bir rekabete sokmuş haldedir.

Tüm bunları yaparken düzenin ideolojisini, kültürünü, ahlakını, hukukunu, dinini, ulusal sınır ve önyargıları, ataerkiyi ve tüm diğer hadsizlikleri sonuna dek kullanan devlet ve sermaye, birbirinden başka kimsesi olmayan milyonları birbirine düşman etmiştir.

Fakat ezilenlerin kurtuluşu, düzenin kendi öğüdü olan rekabetçilikte, kariyercilikte ya da bireysel çıkarlarda değil, birlik ve dayanışmadadır.

Öyleyse bu rekabetçi hırslara, bencilce dar kafalılıklara karşı yeni bir toplumu hayal edenlerin, “kendi” çalışmalarında dahi bu denli mülkiyetçi, bu denli rekabetçi olmaları ironik değil de nedir?

Zaten düzenin kendisi ve işbirlikçileri tarafından yeterince parçalanmış olan işçi sınıfı hareketi ve toplumsal muhalefet cephelerinin, bir de devrimci siyaset tarafından bölünmesi ne derece sağlıklıdır?

Ortak alanlarda çalışma yürüten iki farklı yapıdan devrimcinin, kendi küçük hesaplarını diretmekten gayrı hiçbir dert gütmeyen o budalaca hırsları, insan ilişkilerindeki yozlaşmaya örnek değil midir?

Sanıyorum ki bunun en büyük sebebi, devrimci ideolojinin yeterince içselleştirilememesinde yatıyor. Kapitalist toplumun ideolojik/kültürel normları, ona karşı koyacak örgütlü bir çaba var edilmediği müddetçe, devrimci faaliyetin nasıl yürütüleceğine ilişkin kavrayışımıza da sirayet ediyor.

Üstelik bu ideolojik eksiklik, yalnız ideolojik alanda değil güncel politikada da sorunlara gebe oluyor. Böylesi bir kavrayışın elinde yürütülen faaliyet, mücadeleye koyabileceği katkıya odaklanmak yerine, basitçe kendi “dükkanını” büyütmenin hesaplarına düşüyor. Dükkan yöneticilerinin siyasal ufukları, dükkanlarının sınırlarından ötesine ermiyor; yöneticiler, kendi dükkanının çıkarı uğruna mücadeleye ket vurmakta bir beis görmüyor.

İşte sol yapıların çoğu zaman hiçbir politik önermeye dayanmayan bu iç rekabetleri, her gün sopasını sallayan bu faşist rejimin karşısında bir çok mevzinin kaybedilmesine, mücadele umutlarının köreltilmesine sebebiyet veriyor.

Son dönemde gündeme düşen Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) seçimlerinin, bu rekabetçi tarz yüzünden AKP-MHP ittifakına karşı kaybedilmesi buna iyi bir örnektir.

Keza yakın dönemde gençlik hareketinin değerli bir çıkış gösterdiği "barınma eylemlerinin" onlarca farklı isim ve şemsiye tarafından ayrı ayrı örgütlenmesi de bu dar çıkarların pençesinde olduğumuzun kanıtıdır.

Öyleyse sonuç niyetine bazı şeyleri netleştirmek gerekiyor.

1- Devrimciler-Sosyalistler-Demokratlar, özünde kapitalizmin kültürüne ait olan rekabetçiliğe ve mülkiyetçiliğe karşı ideolojik bir mücadele vermeli, rekabetçi eğilimlere karşı dayanışmacılığı ve komünal yaşam pratiklerini yaygınlaştırmalıdır.

2- Devrimci güçler, faaliyet yürüttükleri tüm alanlarda beceri ve bilincini basitçe grupsal çıkarlara yöneltmek yerine mücadelenin genel çıkarlarına harcamalı ve her ne "sebep" bulunursa bulunsun, bu rekabetçi eğilimleri "rasyonel" kılma çabasına girişmemelidir.

3- Devrimci güçler, ezilenler adına yaratılan çeşitli örgütlülüklerin bir grubun "özel mülkiyeti" olamayacağının, mücadelenin böylesi "mülk"lere sığamayacağının bilincinde olmalı. Ezilenler adına bin bir emekle yaratılan bu örgütlülüklerin tek sahipleri, yine ezilenlerin kendileridir. Bu yapılar içerisinde faaliyet yürüten devrimciler, bu titizliği göstermelidirler.

4- Devrimciler, faaliyet gösterdikleri alanda bugüne dek yaratılmış olan ileri nüveleri desteklemelidir. Politik yaklaşımlarda belirgin ve uzlaşmaz bir ayrışma yoksa, aynı alanda yeni "rekabet unsurları" yaratmak yerine var olan örgütlülükler içerisinde faaliyet yürütmeye yönelmelidirler.