Fatih Yaşlı: 'Kemalistlerin soldan başka çıkışı yok!'
İleri Görüş’te bu hafta dosya konumuz darbe-karşı darbe girişimleri… Fatih Yaşlı’yla 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan tabloda AKP’nin yeni ittifak stratejisi ve bu partinin güçlü/zayıf yönleri üzerine konuştuk. Yaşlı, Türkiye'de 15 Temmuz itibariyle düzenin berhava olduğunu, ordu dahil olmak üzere düzen kurumlarının yok olduğunu söylüyor. Fatih Yaşlı'ya göre bir karşı hamle gerçekleştiremezse düzenin bu kaostan çıkması çok zor.
İleri Görüş’te bu hafta dosya konumuz darbe-karşı darbe girişimleri… Fatih Yaşlı’yla 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan tabloda AKP’nin yeni ittifak stratejisi ve bu partinin güçlü/zayıf yönleri üzerine konuştuk. Yaşlı, Türkiye'de 15 Temmuz itibariyle düzenin berhava olduğunu, ordu dahil olmak üzere düzen kurumlarının yok olduğunu söylüyor. Fatih Yaşlı'ya göre bir karşı hamle gerçekleştiremezse düzenin bu kaostan çıkması çok zor.
14 Yıllık AKP dönemi değerlendirildiğinde göze çarpan ilk hususun AKP’nin Türkiye burjuva siyaseti açısından birbirine zıt siyasal aktörlerle ittifaklar siyaseti gütmesi ve hegemonya tesisi anlamında kısmen başarıya ulaşması olduğunu söyleyebiliriz. Bu ‘ittifaklar siyaseti’nin kısmi başarısını nasıl yorumlayabiliriz?
AKP’nin iktidara gelişi, düzenin bütün bir 90’lı yıllara yayılmış ve geniş kapsamlı krizine bir çözüm arayışına denk düştü, düzen AKP’de yaşadığı krizi çözme potansiyelini gördü ve onu destekledi. AKP bir yandan İslamcılarla devlet arasındaki buzları eritecek, yani devletle “millet”i kaynaştıracak, bir yandan neoliberal programı derinleştirecek, bunu yaparken de sosyal patlamaları önleyecekti. Başka bir beklenti Kürt sorununun çözümü idi: Kimi “demokratikleşme” adımlarına eklenecek bir İslamizasyon programı ile Kürtlerle Türkleri birleştirebilecek olan “Müslümanlık” merkezli bir kolektif kimliğin yaratılabileceğine inanılıyordu. Aynı zamanda AKP, devlet içerisinde halen bir ölçüde varlığını sürdüren Kemalist bürokrasinin kısmen taş koyduğu/yavaşlattığı emperyalizmle entegrasyon sürecini derinleştirecek ve tüm bunları yaparken de öyle ya da böyle kitlelerin rızasını alacaktı. Bu misyon ise elbette ki ittifakları zorunlu kılıyordu. AKP hem gücünün etkisiyle diğer özneleri kendisiyle konjonktürel ittifaklar kurmaya mecbur bıraktı hem de gücünün sınırlarını bildiği için kaçınılmaz olarak kimi müttefiklik ilişkilerine girmeye mecbur oldu.
AKP’nin kendisini “Türkiye’yi demokratikleştirecek güç” olarak sunduğu 2008-2009 yılına kadar sosyalistler hariç hemen her kesimde AKP’ye yönelik doğrudan ya da zımni bir destek söz konusu oldu. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının başladığı dönem ise AKP’nin nasıl iyi bir oyun kurucu olduğunu göstermesi açısından örnekti. Çünkü bu dönemde AKP ve gayriresmi koalisyon ortağı Cemaat bir yandan Ergenekon ve Balyoz aracılığıyla eski rejimin devlet aygıtı içerisindeki unsurlarını, yani Kemalistleri ve ulusalcıları tasfiye ederken, öte yandan ise KCK operasyonları aracılığıyla Kürt hareketini tasfiye etmeye çalışıyordu. Taraflar ise siyasi pozisyonlarını birbirlerine karşıtlık üzerinden tanımladıkları için diğerine yönelik operasyona sessiz kalıyorlar, AKP-C de yoluna hızla devam ediyordu.
REFERANDUMDAN SONRA ASLİ AJANDA GÖZLE GÖRÜNÜR HALE GELDİ
2010 referandumu AKP’nin demokratikleşme misyonu algısının zirve yaptığı hadise oldu ve “yetmez ama evet” ahmaklığıyla birlikte “son kale” de düşürüldükten sonra AKP’nin asli ajandası, yani rejimi değiştirme programı yavaş yavaş gözle görünür hale gelmeye başladı. Aynı dönem, yine yavaş yavaş Cemaat ile pürüzlerin ortaya çıkışına tekabül ediyordu; çünkü devlet aygıtı ele geçirildikçe kurumların ve rantın nasıl bölüşüleceğine dair kavga yeni sahipler arasındaki ilişkiyi belirler hale gelecekti. 7 Şubat 2012’den, yani Fidan’ı tutuklama girişiminden 17-25 Aralık 2013’e kadar gerilim adım adım yükseldi, o tarihte ipler koptu ve nihayetinde 15 Temmuz darbe girişimine kadar gelindi. Tüm bunlar olurken ittifaklar ve konumlanışlar da değişti. Örneğin hem ulusalcılar hem Kürt hareketi 17-25 Aralık’ta AKP’nin yanında yer aldı, çünkü asıl tehlikenin Cemaat olduğunu düşünüyorlardı. Kürt hareketi, Oslo müzakerelerini kimin sızdırdığını da, Roboski katliamının hangi güç savaşlarının bir parçası olduğunu da biliyordu. 17-25 esnasında müzakerelerin devam ediyor oluşu da AKP açısından bir şanstı, çünkü tıpkı Gezi’de olduğu gibi burada da Kürt hareketi AKP’nin devrilmesini istemedi. Aynı şekilde ulusalcılar da kendilerini Silivri’ye yollayan gücün kim olduğunun farkındaydılar. Bu nedenle de o zamandan bu güne öyle ya da böyle AKP’nin yanında yer aldılar.
Son olarak bu mevzuya dair şunu söyleyerek bitireyim: Türkiye’deki siyasi öznelerin AKP’ye dair beklentileri devam ediyor. MHP, Kürt savaşı derinleşsin diye, HDP barış masasına tekrar oturulsun diye, CHP düzenin bekası sarsılmasın diye kendi konumlanışlarını AKP’ye göre belirliyor ve bu nedenle “kurucu” değil, “reaktif”/tepkisellikten ibaret bir siyaset izlemeye devam ediyorlar. Bu da AKP’nin en büyük şansını oluşturuyor.
15 TEMMUZ'DA DÜZEN BERHAVA OLDU
Bu ittifaklar siyaseti bir periyodizasyona tabi tutulduğunda 2010 ve öncesinde liberallerle kurulan ittifak dönemine dönüş, Türkiye sermaye sınıfları tarafından özlemle yad edildi. Uluslararası planda ise bu döneme dönüş noktasında kimi baskıların geldiğini söyleyebiliriz. Hem dünyanın içinden geçtiği kaotik dönem hem de Türkiye’nin bugünkü ‘interregnum’u bağlamında bu baskılar ve talepler gerçekçi midir?
Havada bir “milli mutabakat” kokusu var ve bunu herkes alabiliyor kuşkusuz. Üstelik siyasetin bütün aktörleri bunun bir parçası olmaya gönüllü görünüyorlar. Bunun ise çok basit bir nedeni var. Türkiye’de düzen 15 Temmuz itibariyle berhava oldu ve buradan çok uzun yıllar boyunca bir çıkış görünmüyor, önümüzdeki en az beş on yıla, o gece yaşananlar damgasını vuracak. Daha da açacak olursam: İlk kez 15 Temmuz günü ordunun bir bölümüne bağlı askerler halkın üzerine ateş açtı, siviller askerleri linçe kalkıştı, polis, asker ve istihbarat çatıştı, Saray, Meclis ve istihbarat binası bombalandı, kimse kimsenin telefonuna saatlerce çıkmadı, ABD ilk beş altı saat olanları izlemekle yetindi vesaire. Ardından ise Türkiye’deki devlet geleneğinin ve aynı zamanda modernleşmenin taşıyıcısı olan kurum çok açık bir şekilde lağvedildi, açıkça söyleyebiliriz ki bugün Türkiye’nin bir ordusu yoktur, bürokrasisi, polisi yoktur, kurumsallık darmadağın olmuştur. Türkiye’de devleti devlet ve düzeni düzen yapan şey, yani asker 15 Temmuz itibariyle o niteliğini kaybetmiştir ve kısa vadede bir karşı hamle yapamazsa, belki de sonsuza kadar kaybedecektir. Bunun dışında, ülke OHAL’le ve dolayısıyla fiilen başkanlık aracılığıyla, parlamentosuz, anayasasız yönetilmektedir, Kürt sorunu bütün yakıcılığıyla orada öylece durmakta, PKK olan biteni gördüğü için saldırılarını artırmaktadır. Tüm bu fetret/interregnum manzarasından çıkarak 2010 öncesine dönülebilir mi? Bunun pek mümkün olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Devlet aygıtı yüz bin kişiyi bulacak bir tasfiyeyi nasıl kaldıracaktır, askeri okullar kapanırken, ordu hiyerarşisi ortadan kalkmışken, eğitim sistemi yerle yeksan iken, istenildiği kadar düzen talebinde bulunulsun, uzunca bir süre bu kaotik hal devam edecek, her yeni reform adımı beraberinde başka başka dirençleri ve başka güç odaklaşmalarını getirecektir. Aynı şekilde Türkiye’nin ABD ve Batıyla mesafesinin açılacağı ve Rusya-İran hattına biraz daha yaklaşacağı ve bu yönde acemice blöflerle dolu işlere girişebileceği akla getirilirse, bu tür manevra hamleleri de uluslararası ilişkilerin seyrine herhangi bir şekilde istikrarın ya da normalleşmenin değil, istikrarsızlık ve anormal gelişmelerin damgasını vuracağına işaret etmektedir.
AKP'YE ULUSALCILAR DEĞİL VATAN PARTİSİ DESTEK VERİYOR
Bugüne gelirsek, 15 Temmuz’un en önemli siyasal çıktılarından biri, AKP/Saray Rejimi’nin ‘devletin yeniden inşası’ problemi ile baş başa bırakması herhalde... Bu ‘yeniden inşa sürecinde’ AKP Rejimi, en önemli ittifak unsuru olarak yanında ulusalcıları buldu. Bu noktada, birbiri ile bağlantılı iki soru sorabiliriz diye düşünüyorum. Bunlardan birincisi, bu ittifak uzun ömürlü olur mu? İkincisi ise, 2010 öncesindeki liberalizmin yükselişine benzer bir ulusalcı yükseliş mümkün mü?
Öncelikle şunu söylemem lazım: “Ulusalcılar” diye kodlanan kesimlerin geniş parçalarının desteğinden ziyade, Vatan Partisi’nde somutlaşan küçük bir toplamın desteğinden söz etmek lazım. Bu destek ise esas olarak PKK ile ve Cemaatle mücadele algısı üzerine inşa edildi. Sözcü gazetesi bu işin bir parçası oldu, hep beraber ve gayet bilinçli bir şekilde parti, lider, devlet özdeşleşmesine hizmet ettiler. Dahası, normal zamanlarda “mürteci” olarak kodlayacakları kesimleri, darbe girişimi sonrası “demokrasi kahramanı” ilan etmeye kadar vardırdılar işi. Kurumsal olarak bakıldığında ise yine ordu içerisinde, PKK ve Cemaate karşı konumlanma üzerinden benzer kaygılarla AKP’ye zımni destek veren bir pozisyondan bahsedilebilir, bunun planlı programlı bir pozisyon almaya tekabül ettiğine dair ise çok ciddi şüphelerim var, şu an için orduya herhangi bir akıl atfetmenin imkansız olduğunu düşünüyorum. Yakın vadede ve bir aciliyet duygusuyla böyle bir akıl şekillenir mi, az da olsa böyle bir ihtimal var. İttifak mevzuna dönecek olursam, bu durumun uzun sürmesinin eşyanın tabiatına aykırı olduğu kanaatindeyim ben, yani basitçe genel merkez binasından Atatürk posteri sallandırmakla olacak işler değil bunlar. Geçtiğimiz hafta CHP’nin çağrısıyla Taksim’i dolduran, önümüzdeki günlerde İzmir’de Gündoğdu meydanını dolduracak yüz binlere bakalım mesela. CHP yönetiminin olanca “milli mutabakat” çağrısına rağmen alanlardaki insanların AKP’ye ve Erdoğan’a zeytin dalı uzattığını söylemek mümkün olabilir mi? Aynı şekilde AKP’nin bu kitlelere uzun vadeli bir vaatte bulunabilmesinin gerçekliğinden söz edilebilir mi? AKP hala İslamcı bir parti ve İslamcılıkla Cumhuriyetin kurucu değerlerinin kapsayıcı bir hegemonya projesinin sacayakları olarak bir araya getirilmesi siyasal olarak imkânsız görünüyor. Zaten iktidarın şu anki “kapsayıcı” tutumu, “ulusu birleştiren asli figür olarak Atatürk” vurgusu ve Erdoğan’la benzerlik kurma çabası bana göre uzun soluklu olmayacak. Bu ilk şoku atlatıp devlet aygıtında belli bir kontrol aşamasına yeniden ulaştıklarında büyük ihtimalle bu süreç bitecek ve kendi asli gündemlerine dönecekler.
KEMALİZM ANCAK SOL BİR YORUMLA KENDİNİ VAR EDEBİLİR
Geçenlerde Ahmet Hakan’ın Hürriyet’te çıkan ve oldukça ses getiren ‘Hey Atatürk’ başlıklı bir yazısı yayımlandı. 15 Temmuz’dan sonra da -tekil tekil örnekler de olsa- AKP binalarına Atatürk posterlerinin asıldığına şahit olduk. İdeoloji alanında, 12 Eylül Atatürkçülüğü’ne benzer bir AKP Atatürkçülüğü ya da ‘Neo-Kemalizm’ mümkün müdür?
Ahmet Hakan Aydın Doğan’ın has adamıdır ve o yazıyı yazmasını da ona muhtemelen Aydın Doğan söylemiştir. Bu, doğrudan arayıp “yaz” dediği anlamına gelmez illa ki, kimi zaman talimatlar talimat verilmeden de alınabilir, Hakan gibileri “kıymetli” kılan da zaten budur. Neyse, diyeceğim şu ki, Doğan ve sermaye, bir normalleşme, bir restorasyon beklentisi içinde olabilir 15 Temmuz sonrasında. Dolayısıyla kutuplaştırma siyaseti yerine, kapsayıcı bir söylem ve eylem istediklerini söyleyebiliriz. Bu söylemin merkezine ise Atatürk figürünü oturtmak isteyebilirler. Ama hangi Atatürk? Yaptıklarından, söylediklerinden ve düşüncelerinden arındırılmış, metafizik bir birleştiricilik atfedilen ve sadece ve sadece “hâkimiyet milletindir” sözüyle anılarak “demokrasi eşittir sandık” formülasyonuna sıkıştırılmış bir Atatürk. Bunun ise ben ulusalcı, Kemalist ya da cumhuriyetçi olarak kodlanan kesimlerde ciddi bir karşılığı olduğunu, buradan yeni bir Atatürkçülük ya da neo-Kemalizm türetilebileceğini düşünmüyorum. Türkiye’de bugün Kemalizm ancak sol bir yorumuyla kendini yeniden var edebilir ve bu sol yorumun İslamcılığı doğrudan karşısına almadan etkili bir toplumsal güce dönüşme şansı bulunmamaktadır. Ayrıca içeriksiz bir anti-emperyalizmle değil, kamucu bir ekonomi modeliyle, sosyal devlet vurgusuyla, gericilikle sınıf egemenliği arasında ilişki kuran bir laiklik anlayışıyla içi doldurulursa ancak neo-Kemalizm diye bir şey söz konusu olabilir. Bu da nihayetinde sol müdahaleyi gerektirir. Solun Kemalizmi ileriye taşımak gibi bir misyonu yoktur ama kendisine Kemalist diyen kitlelerle bir ilişki tesis etmesi ve onları kendi hegemonya projesine katması bugünün Türkiye’sinde olmazsa olmaz bir nitelik taşımaktadır. İki İslamcı fraksiyondan birinin diğerine darbe yapmaya kalkıştığı ve “laikliğin bekçisi” olduğunu iddia eden bir kurumun bu darbe girişimi gerekçesiyle lağvedildiği günümüz Türkiye’sinde Kemalistlerin tek çıkış yolu yüzünü sola dönmektir, solculaşmaktır. Solun yükseleceği zemin de bu kitlelerle kuracağı dönüştürücü ilişkide saklıdır.
'MUSTAFA KEMAL'İN ORDUSU GERİ GELDİ' TEZİ ÜÇ GÜNDE YALANLANDI
Ulusalcılarla kurulan ittifakın laiklik, Kürt Sorunu ve başkanlık gibi başlıklar düşünüldüğünde pürüzsüz bir biçimde ilerlemeyeceğini görebiliyoruz. Bu başlıkların her biri, ittifakı yarıcı özellikler barındırıyor. Kısa-orta vadede bu ittifak açısından başlıklar nasıl sonuçlar doğurur?
Vatan Partisi şahsında somutlaşan rejime koltuk değnekliği eden ulusalcılık biçiminin nasıl bir ahmaklığa tekabül ettiği önümüzdeki günlerde daha iyi görülecek. “Ordu, içerisindeki Amerikancı/Fethullahçı unsurlardan temizlendi, yeniden Cumhuriyet’in ve Mustafa Kemal’in ordusu oldu” yönündeki tezler, sadece ve sadece üç dört gün içerisinde yalanlandı. Çünkü iktidar, darbe gerekçesiyle ilan ettiği OHAL aracılığıyla orduyu, bilinen anlamıyla orduyu ortadan kaldırdı, lağvetti. Askeri okulların kapatılması, YAŞ’ın bileşiminin değişmesi, kuvvet komutanlıkların başbakana bağlanması gibi düzenlemelerle birlikte artık Türkiye’de bildiğimiz anlamda ordu da asker de yoktur. Herhangi bir rotası, hedefi ve aklı olmayan bir toplam kalmıştır bu süreçten geriye ve tarih bu tasfiye sürecine bir avuç da olsalar kendilerine Cumhuriyetçi diyen meczubun desteğini yazacaktır. Buraya elbette ki Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ismini eklemek isterim. Kemal Bey bu süreçte Türkiye’nin düzenine can simidi olmak için elinden geleni yapmakta, bunu da yaparken rejimin değirmenine su taşımaktadır. Saray’a çıkışını tarihin nasıl yazacağını hep beraber göreceğiz.
Tekrar Vatan’ın ve kısmen Sözcü’nün temsil ettiği ulusalcılığa dönecek olursam, önümüzdeki süreçte, iktidarın başta eğitim olmak üzere İslami ajandasından herhangi bir şekilde vazgeçmediği görüleceği gibi, Kürt sorununda ordunun bu haliyle savaşı sürdürmenin mümkün olmamasından hareketle yeni bir çatışmasızlık durumu da söz konusu olabilir. Tüm bunlar söz konusu ittifakın berhava olması için yeterlidir ki zaten bir an önce bu olmalıdır. Cumhuriyetçi/Kemalist kitlelerin bir kısmında kafa karışıklığı yaratan bu ittifakın bitişi Türkiye ilericiliği açısından hayırlı olacaktır.