Tutarlı bir politik davranış olarak itirafçılık

Tutarlı bir politik davranış olarak itirafçılık

Yazının yazılmasına sebep olan soru; 15 Temmuz sonrası “itirafçıların”, “aldatılmışların”, ‘yoldan geçerken kalabalığı görüp ne oluyor diye bakıyordum sadece’ diyenlerin bolluğu ile ilgili idi.

15 Temmuz’da neler olduğunu, kimin ne yaptığını ya da yapmadığını, son dakika rol dağılımı ve değişikliklerini, yüksek ihtimalle şu anda kazanan paydaşların bir sonraki adımda yaşayacakları iç çözülmeleri sayesinde daha net öğrenebileceğiz. Dolayısıyla bugün için görebildiğimiz üzerinden yorum yapabiliyoruz.

İLK TEMAS

FETO’cu (‘ö’ ile değil ‘o’ ile yazılmalı, eğer ‘ö’ ile yazıp, okuyorsanız kendinizi ‘kandırılmış’ ekibe dahil edebilirsiniz) hareket ile ilk tanışıklığım lise yıllarına dayanıyor.

Zannederim ’85 ya da ’86 yılları... Lise’yi okuduğum kent, birçok yer gibi bir meydanı olan -ki çoğunlukla adı ‘Cumhuriyet’ ya da ‘Atatürk’ idi o zamanlar- ve onu kesen tek ana caddesi olan bir kentti. Genellikle meydanın adı ilki ise ikincisi caddenin adıdır ya da tam tersi... Bizde de bu kural geçerliydi, yani meydan Atatürk Meydanı'ydı, cadde ise Cumhuriyet caddesi... İşte o caddenin meydana yakın bir yerindeki marketin sahibinin benden birkaç yaş büyük oğlunun ‘sohbet’e davet etmesi sayesinde, zaman içinde ‘Hizmet Hareketi’, son dönemde ise FETÖ/PDY olarak adlandırılan FETO’cu ekip ile tanışmıştım. Bendenize ciddi katkıları vardır esasen... Kendileri ile tanıştıktan sonra, çok kısa bir süre içinde, en azından ne olmayacağım konusunda netleşmiştim... Yani ‘aldatılan’ tayfaya dahil olmamıştım!

Benim kuşağımdaki birçok insanın benzer temas öyküleri olduğunu biliyorum... Sonradan, fakültede değilse bile özellikle ikinci sınıfta kaldığım yurtta kendileri ile tekrar temas etmişliğim oldu. Kendilerine kat tahsis edilmişti ve tabii ki ben o katta değildim... Ama o katta kalan bir kaç kişinin kariyerlerine dair fikrim var, en azından ikisi şu an yurt dışındadır diye tahmin ediyorum.

30 YIL BOYUNCA GÖZLE NAMAZ KILMAK...

Konuya böyle girmemin sebebi şu; benim kişisel tarihimde bile 30 yıldır sistematik, hücre tipi örgütlenmelerine şahit olduğum bu hareketin ‘60’ların sonu itibariyle bu topraklarda var olduğunu, var edildiğini, devlet aygıtının her daim kendilerine hareket alanı açtığını, FETO’nun kişisel becerisinin çok üzerinde bir proje hareket olduğunu, bir cemaat örgütlenmesinden daha fazlası yani bir tür istihbarat yapılanması özellikleri taşıdığını ve daha da ötesi katman katman toplumsal formasyonun bütününe nüfuz edecek şekilde modüler bir örgütlenmeye sahip olduğunu biliyoruz... Biz bunu bugün değil en azından ‘30’ (yazı ile otuz) yıldır biliyoruz, söylüyoruz...  

15 Temmuz darbe girişiminde bilfiil görev alanların, yani açıkta kalanların eğitimlerine, meslek geçmişlerine vb. baktığımızda zaten bu sürenin fazlası kendiliğinden ortaya çıkıyor...

Her şeyi bir kenara bıraksak bile; yaverin ifadesinden okuduğumuz bir ayrıntı kritik... Neredeyse, okul hayatıyla birlikte 30 yıl boyunca gizlenmek için ‘gözüyle namaz kılması’ hiç de azımsanacak bir hal değildir, ki bu tutumu genelleyebileceğimizi biliyoruz. Yani özetle şunu söylüyorum, tüm hayatını, vaat edilen günde, kendilerine verilen görevi yerine getirmek için organize eden derin ve geniş bir kadro hareketi ile karşı karşıyayız. Kaldı ki FETO’cular kadro hareketi ile yetinmeyip, bunun etrafında çok geniş bir ‘hareket’ de yarattılar... Tüm bunları yaparken neyi örnek aldıkları ayrı bir başlık... Öyle ya, FETO kariyerine “komünizme karşı mücadele dernekleri”ni örgütleyerek başladı...

KAPILDIKLARI SANRI VE KADIKÖY DUVARI

Zaman içinde zannederim kapıldıkları en büyük sanrı her hücresine sızdıkları mekanizmanın yani devletin kendilerinin yönlendirmesi dışında hareket edemeyeceği idi.

O kadar inançlılardı ki; sızamadıkları futbol kulübünü ele geçirebilmek için ortalığı ayağa kaldırmaktan çekinmediler. 3 Temmuz sürecinin en önemli özelliği aslında FETO'cuların en güvendikleri ‘hallerinin’ dışavurumuydu. Yaptıkları her hamlede mutlaka kendileri dışında, hedefin şehvetine kendini kaptıran işbirlikçileri bulabilmeleriydi. Örneğin bu süreçte medyadan, futbol dünyasının paydaşlarına kadar birçok “kullanışlı aptal” hep yanlarında oldu. Öyle ki, anlı şanlı ‘biriktirme eğilimli’ dergi yazarları bile spor yazılarında 3 Temmuz sürecinde FETO'cuların yanında saf tuttu. Takıldıkları olta ise, kendi takımlarını tutmaktan daha çok saldırının hedefi olan sarı-laci’ye duydukları nefretti... Balyoz, Ergenekon, Oda TV, KCK davaları için geçerli olan her şey bu davada da geçerliydi, ama bugün bakınca daha iyi görülüyor ki, ‘kullanışlı aptal’ olmak için, bir top, 11 adam ve üzerlerine giydikleri çubuklu forma yeterliymiş. Gerçi ilk kez duvara çarpıp burun üstü düştükleri ve kaybettikleri kavga da, bu kurgu dava süreci oldu. Ele geçmeyen son kale; Kadıköy oldu.

ALTIN NESİL, ALTIN VURUŞ

Bu ve benzeri deneyimler, sızdıkları, ele geçirdikleri ‘kaleler’ (15 temmuz sonrası bir hafta içinde kamudan tasfiye edilen kişilerin rakamları ve dahil oldukları kurumlar hatırlanırsa, kaç ‘kale’ olduğu anlaşılabilir); tüm bunları yaptıkça çıkar birliğine girdikleri kişi ve gruplar, olmadı ise bir biçimde şantaj ve istihbarat bilgileri ile işbirliğine zorladıkları kişiler, FETO’cular için gittikçe sona doğru vardıkları ve “altın neslin” altın vuruş zamanının geldiği inancını pekiştirdi. 17-25 Aralık sonrası başarısızlıkları daha büyük bir hamleyi zorunlu kıldı bir biçimde.

İTİRAFÇILIK KAÇAK TUTUM MU?

Yazının yazılmasına sebep olan soru; 15 Temmuz sonrası “itirafçıların”, “aldatılmışların”, ‘yoldan geçerken kalabalığı görüp ne oluyor diye bakıyordum sadece’ diyenlerin bolluğu ile ilgili idi.

En azından sistematik bir biçimde ortak hedefe örgütlenmiş bir ‘kült’ün kadrolarının bu kadar ‘kaçak’ tutum almasının gerekçelerinin ne olabileceği idi.

Kendi durduğum yerden görebildiğim kadarıyla meselenin, çıkar işbirlikçileri, zorunlu işbirlikçiler dışında, FETO'cu kadrolar için itirafçı olmanın, kaçak dövüşmek olduğunu düşünmüyorum. FETO'cular için, en azından bir ‘kült’ olarak örgütlenmiş ve henüz hamle şansı tükenmemiş bir yapı olarak, uzun yıllara yayılmış örgütlenme refleksi olarak, önemli olanın ‘hayatta kalmak’ olduğunu, bir sonraki hamlede içerden çıkabilecek durumda olmalarının kendileri için yeterli olacağını varsayıyorum. İktidarın ‘idam’ söyleminin de bir yanıyla buraya yapılan vurgu olduğunu düşünebiliriz. Dolayısıyla itirafçılığı, uygulanan fiziki şiddet, işkence ve aşağılamaların ötesinde örgütlenme alışkanlığının yansıması olan bir tutum olarak görmemiz gerekli.

Bir çoğumuz hatırlarız, abilerimiz anlatırdı, 12 Eylül zindanlarında Atatürk fotoğrafı önünde namaz kılmak zorunda bırakılan İslamcıların durumu kabullenişini... Bu duruma bile itiraz edenin devrimci tutsaklar olduğunu... Aynı kendilerine yapmadıklarını bırakmayan FETO'culara uygulanan fiziki şiddet, işkence ve aşağılamalara yine devrimcilerin ilk tepkiyi vermeleri gibi... Bizlerin kolay anlayamadığı bir görüntü, sıradan birinin aşağılama, küfür ve komutu altında bir ‘albayın’ tarlada sürünmesi... Ama islamo-faşist bir güruh için anlaşılabilir bir durum bu.

El koyulan okulları, pilotların eşlerini ganimet olarak niteleyen İŞİD aklı için ise söylenebilecek olanlar böyle bir yazını içeriğine dahil değil...

Sonuç olarak FETO'cu yapılanmayı sıradanlaştırıp bir cemaat örgütlenmesi olarak görmekten çok, bir ‘kült’ olarak tanımlamamız, paralel yapı (gerçi uzayda bir kez kesişen hiçbir çizgi sonrasında paralel olarak tanımlanamaz) olarak tanımlanan yönelimin bir nevi, ikili iktidar denemesi olduğunu, örgüt-parti-hareket denkleminden aşırılan, kadrosundan sempatizanına ve hatta pek gönüllü ‘kullanışlı aptallarına’ kadar enlemesine ve dikine yaygın bir yapı olduğunu unutmamamız  gerekli. Böyle bir bakışın sonucunda bu yapılanmamın hamlelerinin bitmediğini söylemek de kahinlik olmayacaktır.