Bu yazı portaldaki yerine asıldığında, takvimler 10 Aralık 2020 tarihini gösteriyor olacak! Türkiye’nin dış politika gündemi bakımından bu tarihle bitişen iki olay var.
İlki, AB Liderler Zirvesi. Gündemin içinde Türkiye’yi de ilgilendiren bir önemli madde var. O da Türkiye’ye yaptırımlar konusu… Adeta hem memleket içinde hem de AB’de nefesler kesilmiş vaziyette. Acaba şapkadan nasıl bir tavşan çıkacak? Biraz buna değinmek gerek.
İkincisi ise, 10 Aralık'ta Bakü Azatlık Meydanı'nda bir zafer resmigeçidi var… Dağlık Karabağ’ın esaretten kurtuluşunu simgeleyen ilk resmi kutlama. Askeri geçit, sadece Azerbaycan ordu geçidi değil. Türkiye bu törene mavi bere giydirdiği, bordo berelilerini gönderdi. Temsilen, neredeyse bir tugaylık asker, iki ordu beraberliğini bir geçit resminde, aynı karenin içinde sergileyecek. Bunu da ayrıca okumak gerek.
AB LİDERLER ZİRVESİ…
Kuşkusuz, zirvenin AB’nin iç meselelerine içkin bir gündemi var. Ne ki zirve sadece iç hukuk düzenlemeleriyle sınırlı da değil. AB’yi ilgilendiren dışişleri konuları da gündeme alınmış durumda. Yunan Başbakanının ifade ettiği gibi, Türk-Yunan meseleleri artık, Türk-AB meseleleri haline de getirilmiş durumda.
Türk-Yunan meseleleri nedir (?) diye hatırlanacak olursa, Ege adalarına dair yılların kronik uyuşmazlıkları, Doğu Akdeniz ve münhasır ekonomik bölge (MEB) zuhuratları ve kronik Kıbrıs meselesi, hesapça artık AB’nin içselleştirdiği diğer iç-dış sorunları arasında. Bu sorunların, AB’ye içkin başını çeken üç ülkesi, Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Türkiye’ye her boyutta (siyasi, askeri, ekonomik) ağır yaptırımlar uygulanmasını istiyor. Türkiye’nin üyelik başvurusunun askıya alınmasını teklif ediyorlar. AB bir devlet mi, değil mi (?) halen belli olmamakla beraber, sonuçta bir birleşik federal yapı ve bunun parçaları olan ülkeler de zoraki de olsa, sorunlu üyelerinin şikâyetlerini benimser görünüyor. Ama daha ötesinde de bir ortaklık tesis edememiş olmanın da sıkıntısını yaşıyorlar.
Başı çeken ülkelerin en başında, neden Fransa var; azıcık da ona bir bakalım…
FRANSA’NIN İŞLERİ
Türkiye’nin, bir zamandır geliştirdiği bölgesel siyaseti ile Fransa’nın bölgesel çıkarları bakımından ayağına bastığını söylemek rahatlıkla mümkün. Fransa’nın Kuzey Afrika’da onulmaz çıkarları bulunmaktaydı. Bu çıkarların tümü ortadan kalkmamış olmakla beraber, önemli ölçüde zedelendi.
Zedeleyen de Türkiye’nin Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile yaptığı MEB anlaşması. UMH, Birleşmiş Milletlerce (BM) resmi olarak tanınan siyasi yapı ve ülkenin sınır bütünlüğünü tesis için, içte Hafter güçleriyle mücadele ediyor. Türkiye ve Libya arasındaki anlaşma, sadece MEB ile de sınırlı değil ve askeri, siyasi, ekonomik olarak iş birliğini de sağlayan bir anlaşma. Hafter, tam Trablus hükümetini yok etmek ve Libya’nın yönetimine el koymak aşamasına gelmişken, UMH davetiyle devreye Türkiye giriyor ve Hafter güçleri, onları masaya oturtacak kadar ciddi bir askeri mağlubiyete uğratıyor.
Daha önceki yazılarda, buna dair bir yığın ayrıntı vermiştim. O nedenle, bir daha tekrar etmiyorum. Libya’nın kazançları nedirden ziyade, Hafter âşıklısı Macron neler kaybetti, ona bakmak gerekiyor.
Macron, kendisinden de önce olduğu gibi, Libya’yı hem ucuz petrol havzası olarak kullanıyor ve hem de Afrika’nın Mali ve Nijer ülkelerinde işlettiği zengin uranyum yataklarına ulaşım yollarında, Türkiye-Libya iş birliği ile kesintiye uğratılmasını hiç hazmedemiyor. Fransız Elektrik İdaresine bağlı, 58 nükleer santral var. Uranyum olmazsa, santrallerin çalışma imkânı yok ve hepsi ölü. Mali ve Nijer’de uranyum madenlerini işleten şirketler Fransız ve Fransa hem bu ülkelerde ayrılıkçıları destekleyip hem de işletme bölgelerini terörden korumak için bölgeyi işgal ediyor. Zira Orta Afrika’nın Sahel bölgesinde de 5000 kişilik bir lejyoner ordusu var. Eh uranyumunu sağlayan ve Libya’dan da petrolü ucuza temin eden Fransa’nın, liman diye kullandığı ülke de Libya’nın kendisi olunca, arı kovanına da Türkiye çomak sokmuş oluyor. Artık Türkiye’den iyi düşman olur mu?
Türkiye, Kafkaslarda Azerbaycan’ın haklı azatlık savaşında, Azerbaycan’ın yanında yer alıyor. 1990’larda Ermenistan’ın, Azerbaycan topraklarındaki Dağlık Karabağ ve etrafında olan sekiz rayon (il) ve köyleri işgaline karşı, 2020'de verilen savaşın kaderini, Türkiye’nin Azerbaycan’a verdiği silahlı insansız hava araçları (SİHA) ve operasyonel askeri stratejik ve taktiksel desteği belirleyici olarak çiziyor. MİNSK grubunun üç eş başkan ülkesinden birisi olan Fransa ise, BM'nin Azerbaycan toprağı diye kabul ettiği Dağlık Karabağ’ı, geçtiğimiz birkaç gün önce, kendi meclisinde dünyayı güldüren bir resmi tanıma ile sözüm ona koruma altına alıyor. Hâlbuki Ermenistan’ın bile Dağlık Karabağ’ı tanımadığı hatırlanırsa, Macron’un bu girişimleri, Fransa’da eleştiride zirve yapıyor.
Bu da Türkiye’nin, Fransa tarafından düşman bellenmesi için, başka iyi bir örnek sayılabilir. Tabii, Fransa’da bulunan etkili Ermeni diasporasının, Macron’u şirazeden çıkaran baskısını da buraya ayrıca bir not olarak düşmek de gerekmektedir.
Türkiye’nin kabahatleri, Fransa’ya göre bunlarla da sınırlı değil. Hem Irak ve hem de Suriye’de giriştiği askeri harekâtlar, bölgede ABD ile beraber bulunan Fransa’nın, her iki ülkedeki petrol çıkarlarına da tahribat vermiştir. Türkiye kendi sınırları dibinde, yeni bir kukla devlet kurulması işini, Rusya ve İran ile sıkıntılı da olsa sağladığı iş birliklerince savuşturmaya çalışırken, Fransa kendisini bu bölgede de Orta Doğu denkleminin dışına itilmiş buluyor. Düşmanlık etmek için bunu da defterine yazıyor.
Tabii Doğu Akdeniz, Fransa için başka bir çıkar alanı. Doğu Akdeniz havzasının muazzam hidrokarbon yataklarının işletme hakkını, Kıbrıs Rum tarafının verdiği yetkiyle, tam kullanma aşamasına gelen Fransa, Türkiye’nin kendine MEB alanı ilan ettiği bölgelerde devreye girmesiyle, bu işlerinin de bozulduğunu görüyor. Yani bu da düşmanlık için, onlar bakımından başka bir haklı gerekçe oluşturuyor.
Satır başı yeni tarih şerhleri ve Türkiye, Fransa düşmanlıkları çeşitlemeleri, şimdilik bu kadar olsun…
YUNANİSTAN ve KIBRIS RUMLARININ İŞLERİ
Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs ayrılmaz bir üçgen. Adeta bir Bermuda Şeytan Üçgeni. İçine çektiğini yutarcasına emiyor.
Başka yazılarda da bunlara çokça değindim. Ege adaları düzenlemesi, kökleri Lozan öncesi, 1912 Uşi Anlaşması'na dayanır. Osmanlı’nın, denizlerde tasfiyesinin sağlandığı ilk girişim budur. Sevr’le, kara topraklarında, işin bitirilmesi aşamasına gelinmiştir. Ne ki, Türkiye’nin yeni bir Cumhuriyet devleti olarak bir Kurtuluş Savaşı ile oyunu bozmasıyla, bu hikâyedeki adalar mevzuu, bugünün gündemine, bir tarih bakiyesi olarak yeniden düşmektedir. İşin ayrıntıları, sayfa boyutunu aşacağından, konuyu bu sınırda tutmak gerekmektedir.
Günümüzde, Türkiye’nin dibinde bulunan on iki adanın, anlaşmalara göre silahsızlaştırılmış olması gerekirken, bugün askeri depo halinde olduğu bilinmektedir. Durumu, hiç kayıt altına alınmamış 154 ada, adacık ve kaya parçasının ne olduğu ya da olacağı ise belli değildir. Üstelik Yunanistan, bunların hepsini sahipleniyor. Uluslararası akitlere göre, adaların anakaraya taraf olması ve kıta sahanlıkları bakımından, deniz sınırlarını belirleyici mesafe kuralına Yunanistan’ca uyulmuyor olması, iki ülke arasında görüşülmesini gerekli kılan en temel hususlar arasındadır. Yunanistan, maksimalist genişleme anlayışı ile Türkiye’nin MEB sınırlarını, sadece Antalya körfezine sıkıştıran Sevilla haritasını çok benimserken, şimdi Türkiye’nin ilan ettiği ulusal MEB alanları ile ve Libya ile akdettiği MEB’e göre, Doğu Akdeniz’de kendisinin sınırının kalmaması telaşını, tek başına halledemeyeceğini kestirerek, topu AB’ye atıyor. Tabii ABD’yi de işin içine karıştırdığını da unutmamak gerekiyor.
Kıbrıs Rum kesimi de AB üyesi kılındığından bu yana, KKTC’yi yok sayarak, Kıbrıs’ın bütün zenginliğinin mülk sahipliğine oynuyor. Türkiye’nin hem adadaki ve hem de bölgedeki varlığından dolayı da müşteki havasında, meseleyi AB’nin sırtına yüklüyor.
LİDERLER ZİRVESİNDE NE OLACAK OLABİLİR?
Bu durumdan sıkıntı duyan liderler var. En çok da başta merkez ülkelerin liderleri olmak üzere, bütün AB liderleri, bu sıkıntıyı derinden hissediyor. Boy sırasına dizersek en başta kuşkusuz Almanya geliyor. Sonra Fransa, İtalya, İspanya ve diğerleri olmak üzere sıralanıyorlar…
Nedenine gelince; başta Almanya Dışişleri Bakanı, Türkiye ile geçinmenin bir yolunu bulmak ve bir anlaşma zemini aramak zorunda olduklarını ifade ediyor.
Türkiye, onlar için çok zor bir denklem. NATO'da bir ittifak ülkesi ve Avrupa Birliği'nde henüz kabul edilmemiş olsa bile, bir aday ülkesi. Dolayısıyla, NATO müttefikliği dolayımı ile kendi içlerinde olan bir ülke konumunda. Ayrıca, Türkiye’nin askeri kapasitesi, ABD’den sonra Avrupa’nın en büyük güvenlik gücünü oluşturuyor. Hem de Avrupa toprakları için, sorunlu bütün bölgeler arasında bir tampon coğrafya olarak da konumlanıyor. Nüfusu, Avrupa’nın en büyük nüfusuna sahip Almanya ile eşitlenmiş durumda ve ekonomik-ticari ilişkileri bakımından da AB’nin şu anda ayakta kalmasını temin edecek bir finans politik kapasitesine sahip. Bu Türkiye’nin kendi ekonomik gücünden ziyade, AB üyesi devletlere ait banka kuruluşlarının Türkiye’de aktif olarak bulunmasına dayalı bir özgüllük içeriyor. Bugün, başta İspanya ve İtalya’nın yaptırımlara karşı tavrı özelinde, Türkiye üzerinden banka sermaye akışlarına yaptırımlarla gelebilecek bir tıkanıklığın doğuracağı yeni bir krizi olduğu gibi AB’ye aktaracağı endişelerine dayanıyor. Yani Türkiye’ye yaptırım, AB finans merkezleri bakımından, kendi topuklarından kendilerini vurmaya bir neden olabileceği tehlikesini içeriyor.
Türkiye, yığınsal bir kara gücü çapından, ileri teknoloji kullanan ve savaş deneyimi yüksek, büyük bir askeri güç haline dönüşüyor. Almanya Savunma Bakanı mealen, biz İHA meselesini tartışırken, Türkiye SİHA’larını savaş pratikleri içinde deneyen çok yüksek bir teknolojiye erişmiş durumda. Bunun farkına varamadık. Şimdi ''Kendi savunma stratejilerimizi mutlaka gözden geçirmeliyiz'' diye beyanat veriyor. Türkiye’nin savunma sanayi kapasitesi kara, hava ve deniz olmak üzere askeri platformlarını %70 oranında kendisi üretebilen ve silah satıcısı bir ülke konumuna gelmiş bir gelişkinlik içeriyor. Bu da Türkiye’nin başka bir caydırıcı görüntüsü olarak bir kenara not edilir durumda.
Türkiye, Avrupa’nın korkulu rüyası olan, üç buçuk milyon Suriyeli sığınmacıyı topraklarında barındırıyor. Türkiye’ye destek olarak verilmesi öngörülen fonların, sadece üç milyar avroluk bir kısmı ödenmiş durumda. Ayrıca varılan mutabakata göre, vize serbestiyesi ve Gümrük Birliği Anlaşması'nın yeniden gözden geçirilmesi konuları da gündemde olduğu yerde ve yerine getirilmemiş olarak duruyor. Avrupa’ya çok azı geçebilmiş mültecilerin, özellikle Yunanistan’daki durumları ortada ve Almanya’nın en büyük korkusu, yeni yaptırımlarla bu mülteci akımının artık durdurulamayacak olması.
AB ülkeleri, hem dünya çapında bir güç merkezi olmayı vehmediyorlar ve hem de eğer devletseler, henüz ortak bir Avrupa ordusu dahi tesis edememiş durumdalar. Para birimi konusunda bile, tam bir ortaklık sağlayamadıkları da ayrı bir gerçek. İngiltere’nin AB’den ayrılması, tam da bunun bir kanıtı. Kısaca, küresel ve bölgesel oyun kurucu olmakta, miyoplukla malul olan derin sorunları var.
Almanya’yı bunun dışında tutmak daha yerinde olur. Almanya, pek çok muhalefet ve öteleme taktiklerine başvurmuş olsa bile, Türkiye’nin son derece jeostratejik bir coğrafyada ve bölgesel olarak da derin siyasal, sosyal ve kültürel ilişkiler içinde olabildiğini görüyor. Petrol akım projeleri bakımından Rusya ve Türkiye’nin, ulaşım yolları üzerinde kilit rol oynadığının da farkında. Buna yenilerde, Azerbaycan-Hazar petrol akım yollarının da eklendiğini saptama aşamasında. Gerek Türkiye ile olan ticari bağlantıları ve gerekse, Alman sanayi ve finans merkezlerinin Türkiye’ye bir yaptırım koşulunda içine girebilecekleri krizler, Almanya’nın yaptırım kararında elini zayıflatıyor.
Özetle, ''AB zirvesinde ne olacak olabilir''in yanıtı “Aslan çıkacak, fil çıkacak! Civciv çıkacak, kuş çıkacak” söylemine doğru yıkılan bir yığın grilik içeriyor.
AB hukuk mevzuatına göre, ittifak kararları, ancak tüm üyelerin “evet” demesiyle mümkün. Almanya, İtalya, İspanya, Macaristan ve Malta yaptırım işinde hayır ekibi tarafında gibi görünüyor. Macaristan, İtalya, İspanya bu yönde de çeşitli deklarasyonlarda bulunmuş durumda. Buna bakılırsa, yaptırım yerine, işi öteleyecek, Türkiye’yi AB müktesebatına uygun adımlar atmaya davet edecek bir karar metni yazılması ve bunlar yapılmadığı durumda bunun bir sonraki zirveye değin izlenmesi tercih edilecek en muhtemel yol gibi görünüyor. Yani tatlı, sert ve fakat Türkiye’yi duruşundan caydırmayacak bir “mıştır” belgesi muhtemelen gündeme gelecektir. Durum buysa, bu da herhalde yarından sonra değil, çoktan bir taslak metne dökülmüş olmalıdır.
Esasen AB, Biden’ın göreve başlamasını beklemektedir. Bu konuda topu, muhtemelen onun resmen göreve başlaması sonrasına atacaktır. Biden’ın, Atlantik Paktı'nı yeniden toparlayacağı sözünü etmiş olması, AB’nin savunma bakımından özerkleşmesi taraftarı olan Fransa’yı dahi etkileyecek düzlemdedir. Bunlara bakınca zirve, Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafının istediği bir yaptırım noktasından biraz uzaktadır.
Galiba o nedenle de Cumhurbaşkanının, Bakü’ye giderken, bir gazetecinin sorusuna “bizi ırgalamaz” diye yanıt vermesi, bunların biliniyor olmasına dayanıyor olabilir.
AZATLIK MEYDANINDA ZAFER RESMİGEÇİDİ…
Azerbaycan, Rusya ve Türkiye, Dağlık Karabağ azatlığının üç galibidir. Bu su götürmez gerçekliği, dünyanın önde gelen bütün medyası haftalardır yazıp, çiziyor. Şu Libya açıklarında çevrilip aranan, Türk bandıralı gemi provokasyonu dahi, Türkiye’nin tuzağa düşmeden Azerbaycan yanındaki duruşunu sağlam tutmasıyla, bir defa daha açığa çıkmış durumda. Hele Paşinyan’ın, herhalde aşırı teessüründen olsa gerek, “Türkiye’yi doğrudan savaş içine çekmeye çalıştık” beyanatıyla daha da somutlanmış durumda.
Rusya, Türkiye’nin bölgedeki varlığından, kuşkusuz çok memnun olmadı. Ne ki devlet aklı olarak, miyop olmayan Rus yönetimi, kendi arka bahçesinde yükselen yeni konumlanışa, Türkiye ile de bir mutabakat sağlayarak geçici olsa da kendi pozisyonunu en azından kurtardı.
Türk ordusunun mavi berelileri, 2783 askerden oluşuyor. Bu sayı, savaş sırasında şehit düşen Azerbaycan asker sayısıdır. Kısacası bir tugay asker şimdi Azerbaycan’dadır. Türkiye Azerbaycan’a asker gönderme tezkeresini de Meclis'ten geçirmiştir. Aliyev’in, Türkiye Cumhurbaşkanını, zafer resmigeçidine davet etmesi ise, dünyaya verilen önemli bir mesajdır. Bu mesajın bir kısmı hem Rusya’yadır hem de İran’a ve Çin’edir. Türkiye’nin, Trans Kafkaslar'daki bugünkü pozisyonu, onu yeni bir aktör olarak, Hazar’ın öte tarafında bulunan diğer Türk dili konuşan ülkelerle doğrudan komşu yapmıştır. Nahcivan geçidi yoluyla, Türkiye karadan ve doğrudan Azerbaycan’a bağlanmıştır. Gürcistan üzerinden bağlantı sağlayan 980 kilometrelik yol, 600 kilometreye kısalmış ve yanı sıra, aynı hatta bir de demiryolu inşaatı başlamıştır. Azerbaycan petrolünün, Türkiye’ye yeni bir ulaşım kapısı ve diğer Türkik Cumhuriyetlerle ticaret yollarının doğrudan sağlanabilir hale gelmesi, Çin ile Türkiye’yi bu coğrafyada daha da yaklaştıracak bir adım olarak okunabilir. Çin’in yol-kuşak yeni ipek yolu projesi, böylece doğrudan ulaşım yoluna sahip olmaktadır. Düne kadar, yüksek fiyatlı Rus petrolü alan Türkiye’ye, Rus Gazprom şirketi düşük fiyatlı yeni bir teklifle gelmiştir. Bir diğer önemli nokta ise Türkiye, Şanghay paktı gözlemci ülkesidir. Yeni İpek Yolu'nun geçtiği Asya coğrafyası, dünyanın en büyük nüfusunu ve önemli ülke ekonomilerini de içinde barındırmaktadır.
Türk dili konuşan cumhuriyetler içinde, Türkiye’nin bölgede aldığı pozisyonlar, dikkatle izlenir durumdadır. Bu cumhuriyetlerin ortak dil temelinde oluşturdukları birlik, istişari olmaktan, ekonomik ve siyasi bir beraberliğe doğru evrilmektedir. İlginç olarak, AB üyesi Macaristan, bu birlik liderler meclisinde gözlemci üye statüsündedir. Macaristan’ın uzunca bir süredir, AB içinde Türkiye yanlısı sayılabilecek bir tutum içinde olmasının, bu statüyle bir ilişkisi de olmalıdır.
Kısaca dünya yeniden şekilleniyor.
Bu süreçte, bugüne değin ABD ve AB, Türkiye’yi yeniden Atlantik sistemine konsolide etmek isteği ile şimdilik hep sopa gösterisinde bulunuyor pozisyonda. Bu sopalar, esasen ikinci savaştan bu yana kronik bir görüntü de almış vaziyette. Yani her tehdit, aşağılama çoktan usandırmış vaziyette. Bu iş yeni tercihler oluşturma kapısını da daha çok aralıyor. Gerçi her yaptırım veya şayiası, Türkiye’yi kendine yeterli bir şeyler yapma atılımı ile buluşturmuştur. Bugünün teknolojilerinin kurumsal kuruluş çalışmalarının tümü, Kıbrıs ambargosu sonrasında gerçeklik bulmuştur. Bir Atalar sözü vardır, “Kötü komşu, komşusunu mal sahibi yapar” diye. Ancak kapitalist emperyalizmin farklı veçhelerdeki oyununa gelmemeyi de gerektirmektedir. Elbette, ilişkisiz ve kendi içine kapalı bir dünyada yaşamayacağız. Ancak kendi ilişkilerimizi sağlam ve ayakları yere basan bir düzleme de taşımak gerekiyor.
Bu bağlamda, şimdi sözü daha uzatmadan bağlamak gerekiyor.
Türkiye, bölgesinde bir istikrar, demokrasi, adalet, eşitlik ve özgürlük örneği sayılacak bir emek cumhuriyeti olmalıdır. Böylesi siyasal ve sosyal bir atılıma, bugün, dünden daha çok ihtiyaç duyulmaktadır. Bu da Türkiye’nin toplumsal kurtuluş mücadelesini, yeni baştan örgütleyecek programatik bir siyasi dönüşümü gerektirmektedir.
Burada yapılan değerlendirmeler, bu yöne bir işaret olarak algılanmalıdır.
Ne olup bittiğini anlamadan, hangi yolun yolcusu olacağımızı nasıl bilebiliriz?