Üç gün önce 12 Eylül’ün 40’ıncı yılı dolayısıyla pek çok şey söylendi.
Solda söylenenlerden ve yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla 12 Eylül darbesinin faşist niteliği konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yok ya da “artık kalmamış…”
Böyle dememizin nedeni, bu kadar kesin bir görüş birliğinin bundan kırk yıl önce olmayışıdır. Gerçekten ilginçtir: 1980 öncesinin birbirine taban tabana zıt iki sol-sosyalist çizgisi, kuşkusuz çok farklı gerekçelerden yola çıkarak, darbeye en azından bir süre “faşist” demiyor ya da diyemiyordu.
Bunlardan biri Aydınlık hareketinin Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) diğeri de dönemin Türkiye Komünist Partisi’dir (TKP).
Bu ilginç durumu, kendi görüşlerimizi katmadan, dönemin kimi “tanıklarının” daha sonra yazdıklarıyla anlatmaya çalışacağız.
***
TİKP’nin o dönemki liderlerinden Gün Zileli’nin geriye dönük biraz da mizahi anlatımına göre 12 Eylül şöyle bir “şey” idi:
“Sovyet sosyal emperyalizmi”nin ülkeyi bölmek için “sahte sol”u kendine alet ederek yürüttüğü “terör”, aşırı sağcı MHP’nin de körüklemesiyle, ülke çapında bir yangına dönüşmüştü. “Ulusal güçlerin” başında gelen ordu, işte bu durumu önlemek için askeri müdahalede bulunmuştu. Stratejik saflaşmada ordu, bizimle Sovyetler Birliği ve “terör odakları” arasında “ara güçtü”. Görevimiz, bu “ara gücü” “halkın saflarına” kazanmak, Sovyetlerin ve terör odaklarının üzerine sürmekti. Komutanların ilk açıklamalarından da anlaşılacağı gibi, ordu “Sovyetçi güçlerin” ve “terör odaklarının” üzerine yürümekte kararlıydı. Bizim “doğru” siyasetlerimiz, bu gelişmeyi daha da teşvik edici yönde olmalıydı. (Gün Zileli, Havariler 1972-83, İletişim Yayınları 2016, s. 453).
***
TKP’ye geçmeden, dönemin Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile ilgili bir giriş gerekiyor.
TİP’in 12 Eylül darbesinden bir ay sonra yaptığı açıklama (Çark Başak) net biçimde askeri faşist darbeden ve faşizmden söz ediyor. Ancak, kendisi Avrupa’da yaşayan ve 12 Eylül’den sonra Avrupa’ya geçen Behice Boran ve Nihat Sargın’la bir dönem yakın mesai içinde olan Doğan Özgüden’in anlattıklarına göre TİP’in başlardaki bu net tavrı daha sonra pek sürmüyor. Özgüden’e göre bunun nedeni, Türkiye’deki rejime “faşist” denmesini Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkiler açısından doğru bulmayan TKP’nin TİP üzerindeki etkisi…
Özgüden’in anlattıklarına göre Nihat Sargın “cuntanın faşist olarak nitelendirilmesi konusunda tereddütleri bulunduğunu” belirtiyor ve yayınlarda bu konuda daha “temkinli” ifadeler kullanılmasını tavsiye ediyor. Sargın bir ara Sofya’ya gidiyor ve oradan döner dönmez yaptığı bir özel görüşmede cunta için “faşist” nitelemesinin kullanılmasından duyduğu rahatsızlığı Özgüden’e bir kez daha iletiyor (Doğan Özgüden, Vatansız Gazeteci, Cilt 2, Belge Yayınları 2011, s. 320-321).
Özgüden’i takip edersek, daha sonra Behice Boran da cuntanın faşist olup olmadığına ilişkin tartışmalara soğuk bakmaya başlıyor. Özgüden Boran’ın bir gün kendisine şöyle dediğini anlatıyor:
“Biliyorum, TKP’liler bu nitelemeden son derece rahatsız. Geçenlerde salonda otururken, birisi omuzuma vurdu. Döndüm baktım, Laz İsmail’di. Acayip bir adam. ‘Nasılsın kız?’ diye hatırımı sordu. Sonra epey konuştuk. Türkiye’de iktidarda kim olursa olsun, Sovyetler Birliği’yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdürdükçe, bu ilişkileri bozacak çıkışların zararlı olacağını söyledi. Avrupa’daki TİP’lilerin tavrını eleştirdi.” (Özgüden, a.g.e. s. 330).
***
Peki, TKP’nin 12 Eylül rejiminin niteliğine ilişkin tavrı TİP’i etkilerken TKP’nin kendi mutfağında ne vardı?
Bu da bizi dönemin üçüncü tanığına, Oya Baydar’a götürüyor.
Oya Baydar 1980’lerin başında başka TKP’lilerle birlikte Moskova’da bir enstitüde “eğitim görüyor.” Derslerden birinde Baydar “Türkiye’de faşist bir askeri darbe oldu” deyince Sovyet hoca “Türkiye’de neler oluyor?” diye soruyu TKP Politbüro üyesi Veysi Sarısözen’e yönlendiriyor. Sarısözen bunun üzerine “ordunun çatışmaları sona erdirdiğinden, MHP’lilerin tutuklandığından, Maocu-goşist hareketlere darbe vurulduğundan, bazı aşırı tasarruflar ve uygulamalar olsa da ülkeye görece sükûnet geldiğinden” söz ediyor.
Baydar’ın yorumu şöyle:
“Veysi de cuntanın faşist olduğuna bal gibi inanıyordu ama Sovyet Partisi veya devletinin taktik hattının milim dışına çıkmaktan, gerekirse bu hat konusunda ağırlık koyup öyle değil böyle deme gücünden yoksun olan, TKP’nin resmi görüşünü savunuyordu.” (Oya Baydar (Melek Ulagay’la birlikte); Bir Dönem iki Kadın, Can Yayınları 2011, s. 362).
***
Gördüğünüz gibi kendi yorumlarımızı katmadan aktarmalar yaptık. Zileli’nin durumu zaten ayrı; diğer iki tanık, Özgüden ve Baydar bugün hayatta.
Gelelim “kaçınılmaz” soruya: Şimdi bu eski defterleri karıştırmanın ne yararı var?
Yanıtımız şu olacak: 40 yıl öncesinin yaklaşım tarzı ve mantığı geçmişe gömülmüş, orada bitip tükenmiş olsaydı, bugün bunca musibetin müsebbipleri için “Ama yaptıkları iyi şeyler de var” diyebilecek bir kişi bile çıkmazdı…