Yazasım yok ama dayanamadım… Şerh olsun diye not düşüyorum…
Başlık İspanyolca bir sözcük; anlamıysa “yaşasın hayat”.
Hayat zaten yaşanılan bir süreci betimliyor. Öyleyse “Yaşasın Hayat” müthiş bir ironi bu anlamda…
Hayatı paylaşım biçimlerimiz ne çok çeşitlilik gösterir değil mi? Adeta bir okyanus faunası gibi…
Oysa sınıfsaldır. Herkes kendi sınıfının hayatını yaşar. Bu anlamda hayata dair umutlarımız, mutluluklarımız ya da umutsuzluklarımız veya mutsuzluklarımız da sınıfsaldır desem fazla kestirme sayılmasın…
Uludağ sözlükten bir alıntıyla; “rivayete göre, faşist Franco döneminde İspanya'da bir idam mahkûmunun hücresine falanjistlerin işbirlikçisi bir papaz girerek mahkûma son duasını etmesini söyler ve sorar; "son bir sözün var mı oğlum?", mahkûm yüzünde bir iğrenme ifadesi ile papazın suratına tükürerek haykırır; "gracias a la vida! - teşekkürler hayat”.
Hayata teşekkür etmeyi becerebiliyor muyuz bilemiyorum…
Ya da hayat sonunda neye ve nasıl teşekkür etmemizi sağlıyorsa; onu da çoğu kez hayatın bize biçtiği ve istediği evresinde görüyoruz vesselam…
Örnek olsun, toplumsal cinnetin ulaştığı son nokta Eskişehir Osman Gazi Üniversitesindeki son katliam…
Cani, bir akademisyen. Anlaşılan, Üniversite Rektörlüğüne hakkındaki şikayetlerin haddi hesabı olmamış. Oysa onun, başka insanları Fetocu diye ihbarları hep karşılık bulmuş. Toplumsal cinnetin bir parçası olmasını bir yana koyup, kişisel olarak ruhsal bir bozukluk içindeyse diye düşündüğümüzde, anlaşılan ona da tedbir alanı olmamış. Ve bir sabah elinde tabancası, ortadan kaldırmak istedikleri arasında olduğu düşünülen dört masum insanı katlediyor. Memleket seyrediyor… Olay yeri polis bantlarıyla çevriliyor. Televizyondaki kanıksamış ses her türlü tedbir alındı diye haberi okumaya devam ediyor.
İnsanın da aklına şöyle bir soru düşüyor: Acaba neden bu memlekette, önceden değil de istenmeyen bir şey olduktan sonra her türlü tedbir alınır.
Sonra bir bina kapısında bir doçent kadın, gözyaşlarıyla karışık isyanını haykırıyor. Bulsaydı beşincisi ben olacaktım diye. Şikâyetim dinlenseydi şimdi ölenler yaşıyor olacak diye…
Rektöre tabancayı soruyorlar. O da tabanca ile üniversite içinde dolaşmak kolaydır diyor. Diğer başka bir ilgili ondan çekinilirdi diyor ve olan dört insanın hayatına mal oluyor…
Tören yeri üniversite bahçesi. Katledildikleri mekânın ortası. Aileleri yıkılmış ve tabutlara sarılmış vaziyette. Ve geride kalanlar için bu hayatın nasıl da başka bir yaşanılacak tarafı kalıyor… Neyin a la vidası…
Bu işten ne çıkar…
Memleket dahilindeki eski deneyimlere bakarsanız koca bir ‘hiç’.
Yani lafın geldiği nokta her zaman ki gibi “ne şehittir ne gazi” ...
***
Bu ahalinin bir yanında, Afrin moral gezisi, başka ve derin bir travma açmıştır…
Ölenlerin yerdeki kanı kurumadan…
Şehit sayılanların ev duvarlarına asılmış bayraklar henüz yerinden kaldırılmadan…
Çalgılı çengili moral gezisinde yüzlerini görmekten gına gelmiş kimi sanatcı lakaplı suretleri, klarnet etrafında toplaşmış görmek ve “yaylalar, yaylar” diye gevşediklerini seyretmek...
Yani hayat kimilerine çok güzel, kimilerine ise çok acıyken, bu hangi şarkıdaki “a la vida” dır, nerede kaldı “yaşasın hayat” …
***
“Yaşasın hayat” sınıfsaldır demiştim. Afrin dahil bilcümle savaşlarda ölenler, tarih boyunca ve nedense yöneten, hükmeden sınıflardan olmamıştır. Olamamıştır.
Günümüzün acıları hayatın izlerinde aynı sınıfsallıkta yaşanmaktadır.
Soma’yı bir hatırlayın hele; yaşarken bile yerin metrelerce altına gömülmüş sınıfsal hayatlar, bir gün grizu patlamasıyla sona erdiğinde, yani o zaman maden sahibi, sermayedar değil üç kuruşa yaşarken toprağa gömülenler artık güneşi bile bir daha göremeden yok olup gittiler…
Hastane kuyruklarında üç kuruş ucuza muayene sırası bekleyen emeklilerin ölüm hikayeleri ne de sıradan karşılanır olup çıkmıştır günümüzde.
Akşam pazarında tezgâh artıklarını toplayan bir zengin duydunuz mu hiç. Duysaydınız emin olun ki gerçek bir haberdi günümüz iletişim anlayışı içinde…
Şimdi “yaşasın hayat” kimleredir; hayattan koparabildiğine de şükretmek de kime kalmıştır, daha ayan beyan değil mi eğer anlamamaya çalışmıyorsak…
***
Sınıf lafını burjuvalar hiç sezmez. Sınıf lafının kendisini, ayrımcılığın en tehlikeli örneği diye görür; bastırır, yok etmeye çalışır.
Sınıf çıkarı bakımından da burjuvazinin haklılığı ganidir. Kendinde sınıf olarak, kendi sınıfsal ayrımcılığı anlaşılmasın diye kendinin dışındaki sınıfı alesta zapt-ü rapt ta tutmak mecburiyetindedir…
Gezi de öyle olmamış mıdır….
Haziran direnişi. burjuvaların eğlenti mevsiminin başında iktidarlarının burcuna dikilen en korkutucu bayraktı…
Bayrakların bütün renkleriyle dalgalandığı bina da İstanbul Taksim’deki AKM oldu…
İşte o nedenledir ki, “çatlasanız da patlasanız da yıktık işte” haykırışı belki sınıfsal bir bilinçaltının açığa vuruşundan başka bir şey olamadı…
Ne çok ayırımcılık ne çok nefret ve ne çok kin var bu sınıfsal tezahürün saklılarından salıverilmiş hayat anlayışında…
Şimdilerde Gezi nin sermaye sınıfı tarifi vatan hainliğidir; Fetocu kalkışmadır, memleketi yıkma planıdır; işbirlikçiliktir, dış mihraklara ait taşeron akıldır, falan, falan…
Oysa öyle olmadığı da lanetleyen sınıfça biliniyorda, o milyonlarca ahaliyi derdest edip zindana koymak mümkün olmadığı için intikam taştan, topraktan, tuğladan, çatı kiremitinden ve bir ahalinin o binaya atfettiği değerden alınmaya kalkışılmıştır…
Tamam da bizim sınıfın bir “a la vida” sı var mıdır?
Şimdi yeniden umut saklımızda bayrak deyip, sözü Nazım Ustaya bırakalım…
“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
- çürüyen diş, dökülen et-,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…”