ABD-NATO‘nun Globexit konsepti içinde Türkiye siyaseti

Muhalefetin birbirinin ayağına basmadan, “Limon gibi sıkılmak istemiyoruz”la, “Seni başkan yaptırmayacağız”ın bileşkesi bir söylemle “Ondan sonra”, “Hayır! Hepimiz kazanalım” gibi yerel kolektif inisiyatifleri de teşvik ettiği bir kampanya da devletçi-milliyetçi savaş tuzağının bozulmasında kritik rol oynayabilir.

ABD hükümetinin neo-faşist Bolsonarocu bir darbeye karşı “ılımlı solcu” Lula’yı desteklediği tuhaf ama emperyalist bloklaşmalar bağlamında açıklanabilir günümüz konjonktüründe, Türkiye’deki reisçi Saray Rejimi’yle ABD hükümeti arasında çelişki değilse de dikkate değer bir uyuşmazlık olduğunu görmek gerekiyor. Buradan ABD ya da benzer bir emperyalist gücün Türkiye’de demokratik bir siyasal rejimin olmasını arzu ettiği sonucunu çıkarmamak gerekiyor.

Nitekim, son yazımda, liberal demokrasi ve bireysel özgürlük şampiyonu geçinen ABD ve Batılı müttefiklerini, Rusya, Çin ve makro ölçekte BRICS karşıtı çok boyutlu bir emperyalist saldırı konseptini devreye soktuğunu anlatmıştım. Adına Globexit denebilecek bu yeni konsept doğrultusunda hareket edenlerin demokrasi ve özgürlüklerle ilintili norm, ilke ve değerlerden kolayca feragat ettiğini, jeopolitik dengeler gereği Avrupalı neo-faşist veya aşırı sağcı siyasetler ve Körfez’in koyu şeriatçı aşiret devletleriyle kol kola girdiklerini, buna mukabil BRICS’in yanında konumlanan otoriter hatta faşist siyasetçilerle karşı karşıya geldiklerini görüyoruz.

Bu ilkesizliklerin şahikasını, Katar’da devam eden FIFA Dünya Kupası sırasında görüyoruz. Erdoğan Türkiyesi gibi Katar Emirliği denilen aşiret devleti de emperyalist bloklar arası bir yerde durup, kupayı izlemeye gelenleri yarı-köleci emek rejimiyle inşa edilmiş statlarında oynanan turnuva boyunca, koyu teokratik, patriyarkal, homofobik kapitalizmine saygısızlık anlamına gelecek her şeyi yasaklayabiliyor. Dolayısıyla, son yazıda da söylediğim gibi, “ABD-NATO emperyalizmi de Çin-BRICS’de kazansa, merkez sağcılar da faşistler de kazansa, bu kanunsuzlar çatışmasının temel kanunu, yani hepsinin tekelci sermaye veyahut finans kapitalin doğayı ve emeği daha derin ve çok boyutlu biçimde sömürme iştahına hizmet ediyor oluşu berbat gerçeği değişmeden ortada duruyor. 2011’den beri tüm hegemonik kapasitesini yitirmiş neoliberal kapitalizmin berbat gerçekliğini daha da korkunçlaştırma potansiyeli taşıyan yeni bir evreye geçmiş bulunuyoruz.”

ERDOĞAN’IN ÖN ALMA HAMLELERİ

Bu yeni evrenin Türkiye siyasetindeki güncel yansımalarından birinin Erdoğan’ın ABD nezdinde zoraki müttefik muamelesi görmesi olduğu söylenebilir. İki yıldır demokrat Biden’dan kolay kolay randevu alamadığı için en son New York Central Park’ta oturup, gelene geçene musallat olmak gibi diplomatik görüşmeler yapmak zorunda kalan “reis”in ABD’den yana çok da rahat olduğunu söyleyemeyiz. Saray bloku çevreleri, ABD’de geçen hafta yapılan ara seçimlerden Biden’ın yenilgiyle çıkmasını istiyordu ama olmadı. Bu yüzden de Saray bloku düzen muhalefetini sınır ötesi askeri operasyonlar gündemiyle hizaya getirmiş, HDP merkezli muhalefetle mesafelendirmiş olsa da güvenlik bürokrasisinin çekirdeğindeki NATO’cu “derin” unsurların muhalefetle yanyana gelme potansiyelinden kaygı duymadığını söyleyemeyiz.

Gezi sürecinde olayların muhattabı başbakanın uzun süreli bir yurtdışı gezisine çıkmasını getiren de bu kaygıydı. Bu çözümü geliştiren Osmanlı’da padişah, sadrazam veya vezirlerin derdest edildiği saray darbelerinin çoğunun sokakların isyancılarla dolu olduğu anlarda yaşandığını bilen kadim akıldı. Zira, sosyal patlamayla birleşen devlet aygıtı içindeki farklı güç merkezleri arasındaki çatlaklar bir çatışmaya dönüşüp, otokrat açısından ölçümcül bir tehdide dönüşme potansiyeli taşır. Faşist hareketin bu soruna karşı geliştirdikleri önlem, devlet dairesi dışında, doğrudan parti-lidere bağlı, kanunla sınırlanmayan paralel şiddet örgütlenmeleri geliştirip, toplumda olduğu düzeyde olmasa da devlet katlarında da yılgınlık ve korku yaratan şok terör dalgaları için devrede tutmalarıydı. 

Dolayısıyla, Saray iktidarının başındakiler uluslararası konjonktürün beslediği bu tehdit potansiyelini bertaraf etmek için son aylarda çeşitli ön alıcı hamleler yaptı. Şu anda Saray Rejimi arkasındaki oligarşik blokun bileşenleri olan grupların her biri için ağır hapis cezaları ve tasfiye anlamına gelecek dava dosyalarının ucunu göstermeye başladı. Hablemitoğlu suikastiyle, Taksim İstiklal’deki son bombalama olayıyla ilgili kamuoyuna sızdırılan bilgiler bu açıdan değerlendirilmelidir. Bu hamlelerle birden fazla fraksiyona ayrışmış Ergenekonculardan, MHP, Ağarcılara her biri süper-NATO tedrisatı veya eleğinden geçebildiği için kendisini derin devletin has temsilcisi olarak lanse edebilen güç odaklarının seçimlere kadar Saray’ın yörüngesinden ayrılma olasılığının ortadan kalktığı görülüyor.

İKTİDARIN ‘SEÇİMLERE KADAR SAVAŞ’ TUZAĞINI BOZMAK

Son aylarda Ergenekoncuların ağızlarına çalınan ballarla İslamcı otokratik gündemlerin arka plana atılması kurulan yeni bağımlılık ilişkisini perdeleyen halkla ilişkiler faaliyetlerinden başka bir şey değildir. Muhalefete yakın Sözcü, OdaTV, T24 gibi önemli Kemalist gazete ve internet sitelerinin bu halkla ilişkiler faaliyetlerini tarafsız bir dil ve duruşla sunuyor olması da iktidarın başarısının hiç de yabana atılır düzeyde olmadığını gösteriyor. Millet İttifakı’nın son aylardaki sendeleyip, güçlü bir söz üretememesinin önemli bir nedeni de budur. Önceki yıllarda CHP ve İYİP’nin parti alanlarında devletçi-milliyetçi nazariyeden vatanı kurtarıp, yargı dağıtan siyasal elitlerin önemli bir kısmı, CHP’nin görece liberal demokratik bir çizgiye eğilim göstermesini de gerekçe göstererek düzen muhalefeti saflarını terk etmiştir.

Devletçi-milliyetçi söylemi tekeline almaya bu kadar yaklaşmışken, Saray’ın başındakilerin bunu rahatça kullanacakları, sınır ötesi askeri harekatları seçimi garantileyene kadar gündemde tutması olasılığı kanlı-canlı biçimde karşımızdadır. Erdoğan’ı yeniden başkan seçtirene kadar savaş ve milliyetçilik kozunu masadan kalkacağını düşünmek için bir neden yoktur. Devletçi-milliyetçi daha geniş çevreler, Saray bloku etrafına dizilmişken, muhalefetin Kürt sorunu ve dış politikada onunla aynılaşan mevcut çizgiyle, savaş kozunu Erdoğan’ın elinden alma ihtimalleri bulunmamaktadır. Bunun idraki içinde, mevcuttan farklı bir çizgiye geçip, iktidarın savaş tuzağını dağıtmaları gerekiyor. TİP Genel Başkanı Erkan Baş, Saray Rejimi’ni yıkmak isteyenlere savaş tuzağının bozulmasının yolunu, iki gün önce açıkladığı sekiz maddelik Barış Mutabakatı çağrısıyla ortaya koydu. Savaşa, ezilen ulus meselesine, emperyalizme enternasyonalist sosyalist bir perspektiften yaklaşan bu açık-sade, anlaşılır, cesur çağrının muhalefetin iki büyük ittifakının da elini güçlendirdiğini düşünüyorum.

Son olarak, eklemek gerekir ki, muhalefeti Kürt sorununda demokratik bir barış politikasını savunanlarla rezonans içine sokacak, farklı toplum kesimlerinin dertlerini ortak bir dertte ve amaçta birleştirecek Gezi gibi bir hadiseye ihtiyacımız olduğu da söylenebilir. Bu tür olaylar, siyasi aktörlerin gücü ve niyetiyle ortaya çıkmadığını düşünürsek, daha gerçekçi bir yol haritası çizmek, seçim kampanyalarını Saray Rejimi’nin güçsüz olduğu ve toplumun mülk sahibi olmayan yüzde 80’inden fazlasını ezen ekonomik ve sosyal bunalım konularında bir halk seferberliği yaratacak tarzda yürütmeleri gerekiyor. Muhalefetin birbirinin ayağına basmadan, “Limon gibi sıkılmak istemiyoruz”la, “Seni başkan yaptırmayacağız”ın bileşkesi bir söylemle “Ondan sonra”, “Hayır! Hepimiz kazanalım” gibi yerel kolektif inisiyatifleri de teşvik ettiği bir kampanya da devletçi-milliyetçi savaş tuzağının bozulmasında kritik rol oynayabilir.