Önce bir konuda netleşmek gerekiyor: Kimi uluslararası anlaşmazlıklar söz konusu olduğunda sosyalistlerin, burjuva iktidarların yönetimindeki kendi ülkelerini mutlaka haksız görmeleri mi gerekir?
Örneğin Türkiye’deki sosyalistlerin, son dönemde ön plana çıkan Akdeniz-Ege anlaşmazlığında Türkiye’yi işin en temelinde haksız ilan etmeleri bir zorunluluk mudur? Burada rejimin kendi ihmali, beceriksizliği, aymazlığı sonucu düştüğü saldırgan ve sorun yaratıcı durumun öncesinden söz ediyoruz. Böyle bakıldığında, örneğin kendileri de burjuva iktidarların yönetimi altındaki Yunanistan, Kıbrıs ve diğer ülkeler tümüyle gerçekçi, haklı ve hukuka uygun bir politika mı izlemektedir?
Belirli bir “sol kafa” için böyle soruların anlamı yoktur: Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın, Fransa’nın, vb. çizgisi dikkate alınması gereken bir konu değildir; önemli olan “TC’nin” her durum ve koşulda bir şekilde “ifşa” edilmesidir…
***
Ancak, “bu kafada” olmayan solcular, sosyalistler de vardır. Örneğin Taner Timur şöyle demektedir: “Aslında AB’nin İspanya Sevilla Üniversite’sine yaptırdığı deniz yetkileri haritasına bakılırsa, ‘hukuki’ olarak sunulan durumun akla mantığa aykırı şekilde Türkiye’nin aleyhine olduğu ve büyük bir haksızlık içerdiği kolayca görülür. Gerçekten, nasıl olur da Akdeniz’de en uzun kıyılara sahip bir ülke, bölgede deniz yetkilerinden böylesine dışlanabilir?” (Doğu Akdeniz, Oruç Reis ve Siyaset, Birgün Pazar, 20 Eylül 2020).
Hakan Güneş ise “Türk tarafının” saçmalamalarının yanı sıra “Yunanistan’ın Meis adası üzerinden çizmeye çalıştığı Münhasır Ekonomik Bölge haritasının” da saçmalığına işaret etme ihtiyacı duymuştur (Saçmalamadan Mavi Vatan Konuşulamaz mı? Birgün, 23 Eylül 2020).
Herhalde açıktır: Ülkenin demokrasinin çok uzaklarında seyretmesi, iç siyasette hukuku ayaklar altına alması, dış ilişkilerde iç politikaya tahvil etmek üzere sürekli gerilim araması, vb. kuşkusuz sonuna kadar eleştirilmelidir; ancak bütün bunlar bir tarafın, salt adı “Türkiye Cumhuriyeti” olduğu için Akdeniz-Ege anlaşmazlıklarında daha en başında haksız ilan edilmesini gerektirmez.
Bunun tersini düşünenlerin, Yunanistan, Kıbrıs, Fransa, Mısır gibi ülkelerin kendi milliyetçi ve çıkarcı yönelimlerinden büsbütün arınıp katıksız hak-hukuk çizgisine nasıl gelebildiklerini açıklaması gerekir.
***
“İdeolojik mücadele” mi deniyor? O zaman;
Birincisi: Genel olarak milliyetçilik, özel olarak da rejimin milliyetçi söylem ve hezeyanları yerin dibine batırılsın; iyi de bu uğraş için ille de mevcut gerçekliklerin bile görmezden gelinmesi ya da inkârı şart mıdır?
İkincisi: “Türk-İslam sentezi” deniyor. Bu sentezin bileşenlerinden “Türklük” her tür serbest atışın hedefi olabilirken diğer bileşen İslam konusundaki çekiniklik nereden kaynaklanmaktadır? Doğrudur; milliyetçiliğe karşı mücadelede bu kavramın önüne-arkasına konulabilecek eklere itibar etmemek, milliyetçiliğin her türünü karşıya almak gerekir. İyi de örneğin laiklik savunulacaksa, laikliğe cepheden karşı kesimlere ad bulmak neden bu kadar sıkıntı olmaktadır? “Dinci gericilik”, “yobazlık”, “şeriatçılık” gibi tanımlar neden kuşkuyla karşılanmakta, laiklik denirken önüne bir de “özgürlükçü” eki koyma ihtiyacı duyulmaktadır?
Milliyetçiliğin yakın-modern çağların ürünü bir ideoloji, özellikle ulus devletlerin kuruluşunun en önemli harcı olduğu, buna karşılık İslamiyet dahil dinin farklı bir tarihselliği, sosyolojisi ve “otantikliği” olduğu bir gerçektir. Gelgelelim, özellikle İslamiyet söz konusu olduğunda bu dinin kendi köklerine göre pek çok yönden başkalaşmış, özel husumet ve düşmanlıklarla yeniden şekillenmiş ve ideolojik işleviyle daha saldırgan ve maksimalist özellikler kazanmış “akımlarının” günümüzde başat hale geldiği de bir gerçektir.
Böyleyse, milliyetçilik konusunda sağa sola darbe için rahatlıkla hareket eden elin bu tür akımlar karşısında “titrek davranmasının” makul bir nedeni olamaz.