Akdeniz ve Adalar Denizi'nde son tangoya başlangıç…

Kıbrıs savaşına değin her türlü askeri kapasitesini ABD’nin Yunanistan’la denge politikası çerçevesinde öngördüğü 7/10 dengesiyle sürdüren Türkiye, sistemin gerçek bir parçası olamadığının farkına, belki de ilk o zaman ayıldı.

28 Eylül 2022; Mitçotakis: Teyakkuzdayız, arkamızda NATO ve Avrupa var!

Yunan Başbakanı bunu Rusya’ya söylemiyor. Başka bir NATO ülkesi ve Avrupa Birliği Aday ülkesine sesleniyor. Biliyoruz ki o ülkenin adı Türkiye!

Yunanistan’ın bugünkü konserinde, müttefiki Fransa, ona korist olarak eşlik ediyor. Her iki ülkenin donanması Bozcaada açıklarında askeri tatbikat yapıyor. Yer seçiminin önemi sorulacak olursa, Bozcaada, Gökçeada’yla beraber Çanakkale Boğazının giriş ve çıkışını kontrol eden ve Türkiye’ye ait ileri karakol adalarıdır.

Bunun siyasi ve askeri açıdan önemine bir cümleyle vurgu yapalım. 1936 Montrö antlaşmasının Türkiye’nin kontrolüne bıraktığı “Türk Boğazları” na ilişkin düzenlemenin yürürlükte kalabilmesi için, bu adaların kıta sahanlığı içerisinde egemenliğinin devamını sağlamak Türkiye’nin stratejik önceliklerinden birisidir.

YUNANİSTAN’LA DALAŞ NEDİR? NE DEĞİLDİR?

İki hafta önceki yazıda, Yunanistan işgal mi edildi diye sormuştum. ABD’nin bu ülkeye konuşlanmasını da 7 yerleşik ve 5 geçici yeni üssün adını vererek ve sınır olan Meriç boyunda yapılan çelik duvar ve hendek çalışmalarına işaret etmiştim. Özet babından şu üsleri bir daha hatırlayalım:

Kalıcı Amerikan üsleri:   Dedeağaç Üssü: Alexandrdapouli; Sedes Hava Üssü: Selanik; Aus Hava Üssü: Larissa; Fob Aktio Hava Üssü: Preveza; Araksos Hava Üssü: Araksos; Pire Deniz Üssü: Atina ve Souda Deniz Üssü: Girit

Geçici ABD üsleri: İskiri Erken uyarı üssü: İskiri; Salamis Deniz Üssü: Siros; Kastelli Hava Üssü: Kastelli; Kalamata Deniz Üssü: Kalamata; Andravida Hava Üssü: Andravida

Sonuçta kanaatimi de yazmıştım: Yunanistan ABD işgali altında.

Değininin başlangıcı şuydu? Askeri jeopolitik açısından, asimetrik ve esnek tabanlı bölgesel görüntülü savaşların yürütücüleri olan “vesayet örgütlerinin” yanına, yeni strateji olarak, “vesayet devletlerinin” katıldığını da vurgu yapmıştım. Örnek olarak da Ukrayna’nın, Rusya önüne atılması ile Tayvan-Formoza adasının Çin’i tahrik için ABD menşeili palazlandırılmasından bahsetmiştim. Son vurgu olarak da Yunanistan’ın, Türkiye’nin çevresinin sarılmasına yeni taşeron kılındığını ifade etmiştim.

ABD’nin Dedeağaç üssünü ve yakınındaki liman tesislerinin yeniden yapılandırılmaya başlandığında, Türkiye NATO dâhil, ilgili mercilere rahatsızlık bildirdi. Her zaman ki gibi yapılan resmi açıklamalarda, bunun Rusya’nın yayılmacı politikalarına karşı bir savunma hattı ve Ukrayna için bir ikmal hattı olduğundan bahsedildi.

Yalan ve dolan da sınır yok!

Ukrayna ikmal hatlarına Yunanistan’ın uzaklığı bir yana koyulacak olursa, Rusya yayılmacılığına Yunanistan’ın savunma hattı olarak düşünülmesi ,esasen başka bir jeostratejiye işaret ediyordu.  NATO’nun doğudaki yeni sınırı artık en doğudaki Türkiye değil, Yunanistan’dır.

YUNANİSTAN’LA SORUNLAR NELER?

Yunanistan’la komşu bir ülkeyiz. Ama siyaseten karşılıklı dost olduğumuz söylenemez. Yakın tarih bakımından en önemli sorun, Türkiye’nin “İstiklal Savaşı” dır.

Sevr’in getirisi olarak Osmanlı’nın parçalanıp, onun içinden Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunda, Yunanistan, müttefikleri tarafından Batı Cephesinde vesayet devleti olarak kullanılmıştır. Bu savaş Batı, doğu ve güney cephelerinde Türkiye’nin kendi kaderini tayin hakkına eriştiği bir başarı ile sonuçlanırken, Yunanistan, tarihinin en kara kâbus yenilgisi “Küçük Asya Felaketi” ile yüzleşmiştir.

Lozan ve 12 Ada: Ayrıntılarına başka bir yazıda değinmek koşulu ile geçmişi 1912 Lozan-Uşi ve sonrası 1923 Lozan ve 1947 Paris antlaşmaları ile Adalar denizinde ve özellikle Türkiye’nin burnunun dibinde olan başta 12 ada ve diğerleri Yunanistan’a bırakılmıştır. Özellikle 12 ada ve Türkiye kıta sahanlığında kalan bir kısım diğer ada “Gayri Askeri Statü” içerisinde olmak koşulu ile yani askersizleştirilerek Yunanistan’a bırakılmıştır. Bu statünün bozulması durumunda, taraftar devlet olarak Türkiye’ye hukuken bağımsız davranma özerkliği zımmi olarak şerh düşülmüştür. Yani sorunların içinde en belalı olan bu başlık yerinde dururken, Adalar Denizinde büyük çoğunluğu Türkiye kıta sahanlığına yakın 174 ada, adacık ve kayalık her hangi bir ülkeye rücu etmemiş ve halen Osmanlı mülkü olarak görünmektedir. Lozan, Türkiye’yi Osmanlı’nın devamı sayması itibariyle, esasen bu adaların egemenliği Türkiye’ye geçmiş bulunmaktadır. Türkiye 1974’de bu adaların hepsini tespit etmiş, ne ki konjonktürel olarak bugüne değin resmi olarak açıklamamıştır. Nitekim bunlardan birisi olan Kardak, 1996 da iki ülkeyi de savaşın eşiğine getirmiştir.

Kıta sahanlığı: İki terime tanım olarak değinmek gerekir.

1. Coğrafya terimi: Deniz kıyısıyla genellikle –200 m. derinlik arasında uzanan, az eğimli, karadan taşınmış tortularla kaplı dip.

2. Hukuk terimi: Bir ülkenin kıyılarına bitişik olan –200 m. derinliğe ya da bu sınırın ötesindeki su derinliğinin doğal kaynaklarının işletilmesine elverişli olduğu noktaya değin, karasularının dışında kalan denizaltı bölgelerinin deniz yatağı ve toprakaltı kesimlerinin tümü.

Toparlayacak olursam, “Kıta sahanlığı”, jeolojik olarak ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısıdır ve kıtanın bitip okyanusun (açık denizin) başladığı kıtasal çizgiye kadar uzanır. Lozan antlaşmasının başlangıçta öngördüğü kıta sahanlığı 3 mil iken, 1936’da Yunanistan tek taraflı olarak kıta sahanlığını 6 mile çıkardı. Türkiye, Montrö antlaşmasını gerçekleştirme siyasası içinde buna ses çıkarmadı. 1964 yılında da ve hem Kıbrıs sorununun alevlenmesi ve hem de Yunanistan’ın Anadolu kıyılarına yakın adaları silahlandırması sonrasında, karasularını 6 deniz miline çıkardı. Böylece Lozan’ın akdedilmiş 3 mili her iki taraf tarafından değiştirilmiş oldu.

“1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası, Yunanistan, Ege Denizi’nde açık denizalanı olarak kabul edilen alanların büyük bir kısmını kendi egemenliğine almak için, karasularını 12 deniz miline çıkarma girişiminde bulundu. Türkiye 15 Nisan 1976 tarihinde Yunanistan’ın bu girişimini savaş sebebi (casus belli*) sayacağını Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) bildirdi.”

“Zaman içerisinde soğuyan mesele; 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nin kıyıdaş ülkelere karasularını 12 deniz miline kadar ilan etme hakkı vermesi ile tekrar gündeme geldi. Yunanistan, 1995 yılında Türkiye’nin taraf olmadığı sözleşmeyi yürürlüğe koydu. Yunan Parlamentosu, 1 Haziran 1995 tarihinde kendi stratejisine uygun olan bir zamanda, Ege’de karasularını 12 deniz miline çıkarma hakkını saklı tuttuğunu ilan etti.”

“Yunanistan’ın Ege Denizi’nde karasularını 12 deniz miline çıkarması Ege Denizi’nin %40’ını oluşturan Yunan karasuları büyüklüğünü %70’e yükseltecek, açık deniz alanının büyüklüğünü %51’den %19’a düşecektir. Nihayetinde Türkiye’ye Ege Denizi’nin %10’undan daha az bir alan kalmış oluyor.”

“Türkiye zorlayıcı diplomasi kapsamında; Yunanistan’ın Ege’nin büyük bir kısmına hâkim olmasının önüne geçmek için, 8 Haziran 1995 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) bulunan tüm parti temsilcilerinin ortaklaşa hazırladığı bildiri ile Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesine çıkarması halinde, bu durumun savaş sebebi sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne askeri bakımdan gerekli olanlar da dâhil olmak üzere tüm yetkilerin verileceğini beyan etti.”

FIR hattı: Hava sahası, herhangi bir kara parçası veya su kütlesi üzerindeki boyutları çeşitli kanun, kural ve antlaşmalarla belirlenmiş atmosfer kütlesini tanımlıyor. Günümüzde kapsadığı alan olarak kullanılan karşılığı FIR hattıdır ve en büyük “hava sahası” birimi uçuş bilgi bölgesi olarak kabul edilmektedir.

Uluslararası uygulamalar kıta sahanlığı kadar bir alanı, havada FIR hattı olarak da kabul etmektedir. Oysa Yunanistan, bunu kendi Kara Kıtası ve adalar üzerinde 10 mil olarak uluslararası hukukun tanımadığı biçimde kabul etmekte ve dolayısıyla da Türkiye’nin hava ihlali yaptığı şikâyetlerini sürekli yinelemektedir.

Münhasır Ekonomik Bölge: Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramı, karasularının başlangıcından itibaren 200 deniz mili alan genişliğindeki bir su üstü ve altı bölgesinde canlı ve canlı olmayan kaynaklar üzerinde kıyı ülkelerin karşılıklı mutabakata dayalı bazı ekonomik haklar elde etmesidir. MEB kavramı kıta sahanlığı haklarını da içerir ve 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile uluslararası hukuka girmiştir.

Avrupa Birliği’nin 2000’li yıllar başında Sevilla Üniversitesine çizdirdiği haritaya göre Yunanistan adalarına ana kara kıtasına uygulanan MEB alanı haricinde adalar içinde eşdeğer 200 millik alan tanıyan bir harita çizdirmiştir. Sonuç olarak Doğu Akdeniz’in 1800 km den daha fazla en büyük ana karasına sahip Türkiye, neredeyse kendi kıyılarından denize bile giremez hale gelmesi durumu nedeniyle, MEB tartışmalarını gündeme getirmiştir. Tartışmaların bir diğer özelliği, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Fransa, İtalya, Mısır, İsrail, Lübnan’la beraber Doğu Akdeniz’deki büyük hidrokarbon yataklarına sahip olma gayreti ve “EastMed” projesi, Türkiye’nin “Mavi Vatan” projesine takılmıştır. Türkiye 2019’da Libya ile yaptığı antlaşma ve bağlı sözleşmeleriyle, kendi MEB’ini belirleyerek bunu BM’lere bir nota ile bildirmiştir. Bu Doğu Akdeniz’in karışmasına neden olmuş vaziyettedir. Bu konuda bu portalda çok kapsamlı olarak yazılan makalelerimde bu sorun eni boyu da irdelenmiş bulunmaktadır.

Kıbrıs sorunu: Kıbrıs’ın Yunanistan’la ortaklaştığımız bitmeyen hikâyesine ilişkin yine bu portalda düzineye yakın makalede yer verilmiştir. Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’ı tek taraflı üye yapmasından sonra da her iki ülke (Yunanistan ve Güney Kıbrıs) Türkiye ile çeliştikleri her sorunu aynı zamanda bir AB sorunu yapma olanağına da kavuşmuş bulunmaktadır.

Sorunların başka ayrıntıları da bulunmakla beraber, bu kadarının bile iki ülkeyi sıcak çatışma ya da buluşmalar içine getirmesi yeter durumdadır.

TÜRKİYE ÇEVRESİNDEN KUŞATILIYOR MU?

Yunanistan’ı kendi başına bir bölüm olarak yazdıktan sonra diğer görülen manzaralar şudur:

Türkiye bir NATO ülkesi olmasına karşın, artık ABD çıkarlarına hizmet etmeyen, bağımsız davranabilen, kendi silahını üreten, satan ve askeri sahalarda kullanan güvenilmez bir müttefiktir.

Suriye coğrafyası: Türkiye Güney’den Suriye cenahında, Fırat’ın Doğusu olarak nitelenen bölgede, ABD ve müttefikleri olan YPG ile kuşatılmış durumundadır. ABD’nin Suriye’de bu anlamda ve Türkiye sınırı dâhil, temel 4 Suriye ili ve örgüt kontrolündeki bölgelerde çok sayıda üs ve askeri noktaları bulunmaktadır. Sayacak olursak, bunlar Suriye'de, Humus Çölü'ndeki El Tanif Üssü'nün yanı sıra Haseke, Rakka ve Deyrizor illerinde ve örgüt işgalindeki bölgelerdir.

Türkiye siyaseten YPG’yi, PKK uzantısı bir terör örgütü olarak görmekte ve silahlandırılmasıyla, eğitilmesine ve sınırlarında konuşlanmasına karşı çıkmaktadır. Oysa ABD, tam tersi tutumda ve Irak-Suriye hattında Akdeniz kıyısına çıkan bir Kürt Devleti’nin inşa stratejisini içeren bir politikaya sahip olarak, Türkiye ile veya Türkiye, ABD ile ters düşünmektedir.

ABD’nin bu stratejisi, karmaşık bir Rusya ilişkisini de günümüze taşımış ve varlık olarak toprak bütünlüğü bölünmüş bir Suriye üzerinde de facto ABD, Rusya ve Türkiye mevcudiyeti bir kalıcılık sürecini içerir görünmektedir. Bu sürecin bir bilançosu, Türkiye’ye 3,5 milyon üzeri Suriyeli sığınmacı piyangosu olarak yansımıştır. İnsani ve ekonomik ağır bir yük tablosunu Türkiye’nin üzerine binmiş görünmektedir.

Irak coğrafyası:

ABD'nin, bu ülkede bilinen 9 askeri üssü var.

ABD’nin Irak’taki üsleri:

Enbar’daki Aynel Esad askeri üssü (İran’ın vurduğu yer) ve Habaniyye üssü; Kerkük'te konuşlu bulunan K1 Askeri Üssü. (İran’ın vurduğu yer); Başkent Bağdat'ta Uluslararası Bağdat Havalimanı’ndaki Victory Askeri Üssü; Taci bölgesinde eğitim amaçlı Taci Askeri Üssü; Selahaddin kentindeki Beled Hava Üssü; Musul'da Kayarra Askeri Üssü; Erbil'de Harir Hava Üssü ve Uluslararası Erbil Havalimanı'nında bir askeri üs.

ABD’nin bu üsler aracılığıyla Kandil’den Suriye’ye her türlü askeri lojistik desteği sağladığı da istihbarat raporlarında açıklıkla belirtiliyor.

Irak denklemi de tıpkı Suriye denklemi gibi, Türkiye’nin bölgesel olarak sorunlar yaşadığı ve ayrıca üslendiği ve bu coğrafya içinden kendi sınır güvenliğini oluşturmaya çalıştığı başka bir alandır.

NE GÖRÜNÜYOR?

Her birinin ayrı ayrı yazılması gereken tablonun geneline bakıldığında, son zamanlarda ABD’nin Yunanistan’a konuşlanmasıyla alevlenen bir çevre kuşatma var mı, yok mu (?) sorusu gündeme ağırlığınca çöküyor.

Bir ön ve kestirme vurgu olarak ve yeni tablo, NATO’nun güvenilmez müttefiki ilan edilen Türkiye’nin adeta üç yandan kuşatıldığı ve yeniden ehlileştirilerek ve NATO’ya konsolide edilerek ABD çıkarlarına biatı nın sağlanmasıdır.

Hadi canım sende diyecek olanlara biraz mesele açılmalıdır.

ABD, TÜRKİYE BAKIMINDAN NEDEN RAHATSIZ?

ABD’ Kore Savaşı ve NATO’lulaştırma süreci dâhil, Türkiye’ye asal olarak temel roller atamıştı.

1. Bunlar “iki kutuplu dünya” merkezi konuşlanmasında, Rusya’nın Sovyetler döneminde, onu en yakınından izlemek için NATO’nun ileri karakolu kılmak,

2. Sovyetler sonrası “tek kutuplu dünyada” ABD merkezi hegemonyasının Akdeniz havzası ve Orta Doğu Bölgesindeki çıkarlarının kollayıcı memuru haline getirmek ve yeni Rusya ile İran’ın bölgesel etki alanlarını kontrol altına alarak, İsrail’in koruma gözetimini Türkiye’deki NATO üsleri ve ikili antlaşmalarla tesis edilmiş ABD üslerinden yönetmek,

3. Doğu Akdeniz havzasında zengin karbonhidrat yataklarının kontrol ve işletmesinde ileri karakol pozisyonunun devamını temin etmek ve Çin’in bu bölgeye inişinde kullanışlı yedek güç potansiyelini el altında tutarak değerlendirmek,

4. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle muhtemel kültürel, siyasi ve tarihsel ilişkilerinde potansiyel yeni bir güç olarak ortaya çıkamaması için doğrudan Türkiye iç siyaseti ve gündemini de asimetrik yöntemlerle tasarımlamak.

Bu görevler için Türkiye’ye başlangıçtan beri biçilen ana görüntü, içe kapanık bir siyasal özne olarak ve ekonomik ve askeri anlamda bağımsızlaşmasını engelleyebilecek her tür düzenleme ile “havuç-sopa” taktilerinin işlediği bir özne olması veya olduğuydu.

ABD, gerek ikili ve gerekse NATO içinde tolere edilebilir ufak anlaşmazlıklar dışında ağırlıklı somut kırılmalar da yaşadı.

Bunların başında, sonucu 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına eşitlenen en büyük kırılma ile Türkiye’ye çok ağır ambargoları dayattı.

Kıbrıs savaşına değin her türlü askeri kapasitesini ABD’nin Yunanistan’la denge politikası çerçevesinde öngördüğü 7/10 dengesiyle sürdüren Türkiye, sistemin gerçek bir parçası olamadığının farkına, belki de ilk o zaman ayıldı. Türkiye kendi askeri sanayisini kurma yolunda ilk çabalara da bu tarih ve sonrasında ağırlık vermeye başladı.

Her siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm süreçlerinde, Türkiye’de bir kıpırtı fark edildiğinde, ABD menşeili askeri darbeler ve topluma bu dönemlerde kan kusturulması, yokluk, yoksunlukla kıvrandırılması ve ülke içinde yeni milliyetçilik ve etnik ayırımcılık kaşımalarıyla, dinsel dönüşümlerin ön görülmesi ve düzenlenmesi, bir taraftan da ABD’ye karşı üstü örtük ve kimi kez de açık tepkilerin filizlenmesine yol açtı.

Hatta başlangıçta “Morison Süleyman” olarak anılan “Süleyman Demirel’in” darbelerde süpürülmesinin bile, bugün için ABD tasarrufları olduğu okuması yapılabilir. Demirel hükümetlerinin Sovyetler Birliği ile kurduğu ilişkiler neticesinde, Türkiye ağır sanayi yatırımlarının bel kemiğini oluşturan demir-çelik fabrikaları, rafineler gibi Türkiye ekonomisine yaptığı girdiler, Demirel’in iktidardan gönderilme nedenleri arasındaki şerhlerden birisi olarak kaydedilebilir.

12 Eylül’ün iktisadi baş mimarlığı Turgut Özal’a rol olarak biçildiğinde Türkiye ABD ve AB emperyalizmi aracılığıyla neoliberalizme pekiştiriliyordu. Süreç sadece Türkiye’de değil,  Sovyetlerin  yıkılmasıyla da tamamlanma evresine girmişti.

Biraz atlayarak ilerlersek 2000’lerin başında ANAP’ın soluğu ABD için yetersiz kalınca, ANAP, Doğru Yol, Milli Selamet Partisi, Sosyal Demokratlar bakımından Ecevit’in DSP’si veya Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve MHP koalisyonları, bölgesel ABD çıkarları bakımında yetersiz bulunmaya başlandı. Ilımlı İslam tezleri ABD tarafından tam da bu aralar, hem Türkiye ve hem de Dünya gündemine tevzi edildi.

Sonra gelsin AKP kuruluşu ve AKP’li yıllar. Yaklaşık çeyrek yüzyıla yaklaşan dönemin hikâyesi ve ABD ilişkilerini burada anlatma imkânsız ve gereksiz.

Bu dönemin ilk kırılması ABD’nin Irak’ı işgali ile ilgili tezkere krizine denk gelir. Karadeniz’de Trabzon limanı başta, Malatya Erhaç askeri alanının tamamen ABD güçlerine kontrolü dâhiline ve Kayseri, Konya, Mardin tarikli, Mersin limanının tamamen tahsisini ön gören, pek tabii Adana İncirlik üssünün bu kez ABD’li komutanla yönetileceği ve birinci basamak 60 bin kişilik ABD işgal ordularının Türkiye’den yani Kuzey Irak’tan içeriye dalacağı bir senaryo TBMM tarafında ret edildi. Esasında AKP kabul oyu verdi ve fakat Anayasal tezkere nisabı sağlanamadığı için bilanço ret oldu.

Tabii ki ABD, bunu hiç unutmadı!

Sonrası Büyük Orta Doğu projesine eş başkan kılınmalar. Ağıza çalınan bir kaşık balla, Türkiye’nin güneyinde “Büyük Kürdistan”, kuzey doğusunda da “Büyük Ermenistan” haritalarının ve eylemliliklerinin ABD tarafında oluşturulması ve ülke içi korkunç terör olayları sürdü gitti.

AKP’nin ABD’nin karıştırıcılığı olarak mal etmeye çalıştığı “2013 Gezi ve Haziran Hareketi”, AKP iktidarının iç ve dış politikada stratejisinde değişikliğin yeni bir basamağı oldu.

Bu süreç içinde ABD ile AKP Türkiye’si arasındaki en önemli ikinci kırılma belki de 15 Temmuz’a denk düşer.

Ne ki bu dönemin ilk izleri biraz daha öncesinden 2009’lardan başlar. O güne kadar mutemet görülen AKP, zengin Libya’nın Kaddafi’si ile 2019 da mutabakat antlaşmasına dönen petrol ve hidrokarbon yatakları konusunda ilk yakınlaşma ve ticaret geliştirilmesi anlaşmasını yaptı. 2010’da kanlı bir biçimde Kaddafi süpürülürken, Türkiye’nin girişimi de bir kenara ayrıca not edildi.

Sonrası, daha ehil bir iktidar gereksinimi, bir “sümüklü ağlağı” daha da öne çıkarır oldu. CIA’nın projesi Fettullah Gülen’in iktidar alternatifi olarak daha kalıcı değerlendirilmesi, biraz da bu havadan soluk almıştır desem mi acaba? RTE o denli farkında değildi ki, 15 Temmuz sonrası “ne istedin de vermedik” sitemini etmekten bile kendini alıkoyamamıştır. Bu RTE ve ABD arasındaki keskin kırılmanın miladı olan olaydır.

Sonrası izlenen, Türkiye’nin iç ve dış politika manzaraları şunlardır:

1. Türkiye ülke dışında askeri operasyonlar yürütmeye ve bunun için sınır ötesinde askeri üsler kurmaya radikal biçimde yönelmiştir.

2. Bu dönüşümle, Türkiye; Libya, Katar, Irak ve Suriye gibi birçok ülkede bölgesel dengeyi yeniden kurabilir konuma gelebilmiştir.

3. Ülke, konumunun doğası ve gereği coğrafi, tarihi ve siyasi açıdan etkili aktörlerden birisi haline dönüşmüştür.

4 Türkiye’nin bölge ülkelerindeki gerçekleşen askeri varlığı; özellikle 2015’den sonra savunma sanayi alanında oluşan birikime dayanmaktadır. Özellikle insansız hava araçları teknolojisi ve savunma sanayi endüstrisi stratejisi, sınır dışı bir dizi askeri operasyona hem olanak sağlamış ve hem de başarı getirmiştir.

5. 2014’e kadar dış politikada komşularıyla ilişki olarak benimsenen “sıfır sorun” stratejisi, görüntüde bir izolasyon getirmiştir.

6. Şimdilerde benimsenen yeni strateji “Mavi Vatan” doktrini ile bu durum boyut değiştirmiş ve anlayış olarak “hak ve menfaatler-beka” dönüşümüne ışık yakmıştır. Mavi Vatan, Türkiye’nin hem diplomatik hem de askeri açıdan son dönemdeki dış hamlelerinin temelini oluşturan yeni bir jeopolitik tahayyüldür.

7. Türkiye’nin konumunun Avrupa ve Asya arasında ekonomik, siyasal ve kültürel bir köprü işlevine sahip olması ve kıtasal-bölgesel anlamda derin tarihsel uzantılar içermesi, nüfusunun büyüklüğü ve tüm iktisadi yetersizliklerine karşın büyük güç haline dönüşmesi, Orta Asya’yı etkileyen kültürel bağlarıyla, Orta Doğu ve kimi Afrika ülkelerine uzanan menfaat ve nüfuzu, bu jeopolitik tahayyülün gerçekleşmesine de kapı açmıştır.

8. Türkiye’nin içe dönük bir aktör olmaktan proaktif ve bölgesel, uluslararası bir oyuncu olarak rolünün güçlendirilmesine katkıda bulunan başka faktörlerin arasında siyasal bir dönüşüm sürecinin katkısı bulunmaktadır. Saray iktidarı veya tek adam iktidarı olarak da nitelen, Anayasa referandumuna dayandırılan “Türkiye Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ne  geçiş bunun en başında sayılması gereken etmendir.

9. Yeni başkanlık rejimi, doğrudan ABD kontrolü altında olan ve AB’li ortaklarının yakından desteklediği Suriye Demokratik Birlikleri’ni (SDG) ve bu anlamda YPG’yi durdurma isteklerini galebe çaldırmıştır.

10. Bu Türkiye’yi çeşitli askeri operasyonlara iterek, Suriye’nin kuzeyine askeri güç sevk etmesine yol açmıştır.

ABD açısından risk oluşturan diğer başlık ve faktörleri şöyle not ederek geçmek daha uygun olacaktır.

1. Türkiye 1974 den bu yana sürekli askeri iç ve dış operasyonların içinde ve büyük savaş tecrübesi edinmiş bir devlettir. ABD’den sonra bu tecrübede en üst katta bulunmaktadır.

2. ABD çıkarlarıyla uyuşmayan bir biçimde, dünyada yaygın askeri üs ve çeşitli tesislere sahiptir. Askeri üsleri Kıbrıs, Katar, Irak, Suriye ve Somali’dedir.

3. Savunma işbirliği ile Arnavutluk, Azerbaycan ve Sudan’da asker ve tesislere sahiptir.

4. Irak, Suriye ve Libya’da doğrudan askeri operasyonlar yapmış, Dağlık Karabağ savaşında muharip katılım yapmadan Azerbaycan’a her türlü lojistik ve askeri desteği vermiştir.

5. Doğu Akdeniz’de gerek sivil ve gerekse her türlü askeri manevralar yapmakta ve sürdürmektedir.

6. Sivil manevraların hemen tümü doğal gaz aramalarına yöneliktir. Dünyanın en büyük ve modern arama ve sondaj gemi filosunu kurmuş ve bu alanda bağımsızlaşmıştır.

7. Dağlık Karabağ savaşının kaderini tayin eden dron filosu, Ukrayna-Rusya savaşında da ne denli üstün bir teknoloji ürünü olduğunu kanıtlamış vaziyettedir.

8. Bugün itibariyle kara, hava, deniz askeri vasıta ve platformlarının yapay zekâ ile donatılmış teknolojisi ve üretimi seviyesine ve bunları % 80 ler oranında karşılayabilen bir üretkenliğe ulaşmış durumdadır. İthalatçı bir ülke olmaktan, ihracatçı bir ülke olmaya büyük dönüşüm göstermiş bu alt yapıyı, 1500 den fazla şirketle götüren, 75 bin kalifiye mühendis ve teknisyenin istihdam edildiği bir konuma gelmiştir.

9. Türkiye, dışardaki etki alanları içinde ihracatına yeni pazarlara açma ve bölgesel iş birliğini de içeren bir yol haritası izlemektedir.

10. Bu türden ekonomik kazanımlar için üslerini konuşlandırarak veya askeri güçlerini yurtdışına göndererek, kamu ve özel sektöre doğrudan katkıda bulunma ve serbest ticaret bölgeleri kurma hedeflerinin bir kısmını gerçekleştirmiştir.

11. Ukrayna-Rusya savaşında, Rusya’ya uygulanan NATO ve AB ambargo ve ekonomik yaptırımlarının dışında bağımsız kalabilme başarısını göstermiş, Zelenski ve Putin ile her ikisini buluşturmaya yönelik ve onlarla konuşabilen bir rolü sürdüren, mayın temizlenmesi, buğday sevkiyatı, esir değişimi gibi savaş felaketlerini BM ile ortaklaşa kotaran bir devlet örneğine dönüşmüştür.

12. Ve daha başka sayılacak diğer örneklere burada gerçekten yer kalamamıştır.

Bunlar ABD’nin alışık olmadığı ve dizginleyemediği gelişmelerdir.

Öyleyse bu kontrolden çıkan ülke yeni baştan ve ABD çıkarlarına göre tasarımlanmak durumundadır.

Yapılması gerekenin başında, yarım ada kıtasını coğrafi olarak batıdan ve güneyden çevrelemek, askeri ve ekonomik açmaz ve baskılara maruz bırakmak ve hem vesayet örgütleri ve hem de bir vesayet devleti aracılığıyla savaş tehdidi ve baskısının altına koymak, görünen makul yol manzarasını oluşturmaktadır.

YUNANİSTAN’LA SAVAŞ OLURMU?

Dozu, zamanı ve zemini ABD tarafından ayarlanan ve sonraki risklerinin ortadan kaldırılabileceği planlanmış bir süreç ihtimal dışı değildir.

Ancak ABD’nin birinci önceliği görüntüdeki baskılar ile yeniden derinleştirilecek ekonomik ambargolarla Türkiye’yi terbiye etmeyi tercih etmeye yöneliktir.

Bir savaş riskinin çeşitli senaryoları düşünülebilir.

1. Görüntüde baş aktör seçilmiş vesayet devlet Yunanistan’a devasa askeri güç yığarak Türkiye’nin psikolojik direncini ölçmek,

2. Kırılamayan bir direnç ölçümü yapılırsa, Yunanistan eliyle proaktif konumu teşvik etmek,

3. Bunun üç mecrası olabileceği de öngörülebilir.

4. Türk askeri uçaklarına devriye uçuşları sırasında radar kilidi atarak tacizde bulunmak

5. Askeri donanma ve Türk karasularında seyir haline giren sivil gemilere tacizde bulunmak

6. Yunanistan’ın kıta sahanlığını 12 mile çıkarmasını telkin etmek ve uygulatmak.

7. Bu durumda, Türkiye bunu savaş nedeni olarak ilan ettiğinden bir çatışmanın olması kaçınılmazlaşabilecektir. Ve böylesi bir savaş riski fiilen ya NATO’nun da dağılmasına neden olabilecek veya Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması tehdidini içerecektir.

8. AB üyesi olarak Güney Kıbrıs üzerinden Kuzeye bir saldırı ile yeni bir savaş durumu ile NATO dışı bir çözüme gitmek faktörü de hesaba katılmalıdır.

Elbette bunların sonu oraya gidecek diye mutlak bir handikap yoktur. Ama müttefikine söz geçiremeyen bir ABD’nin hegemonya ve hükümranlık egolarının sınırını nerelere tırmandırabileceğine ilişkin elde bir veri de yoktur.

En muhtemel görünen ise, Türkiye’deki seçimlerinin sonucu beklenecektir. Bu süreç içinde yeni ekonomik baskılarla iktidar değişimini tetiklemek, Biden’ın ifade ettiği biçimiyle de muhalefet eliyle bunu bitirmek birincil tercih görünmektedir.

Bu okumalar böyle olur da tedbir olmaz mı? Elbette olur! Onlara ilişkin ne düşündüğüm, şimdilik bende kalsın…

SONUCA DOĞRU

Bütün bunları bırakıp bir de “son tango” ya ilişkin tümcelerle yazıyı bağlayayım…

Milonga, tango dansının ve tangocuların bir araya gelerek dans ettikleri gecelere verilen isimdir. Bir Milonga gecesinde sona gelindiğinde, yapılan son anons ise, “Son Tango” dur.

Şimdi Akdeniz ve Adalar Denizinde henüz Milonga devam ediyor mu (?), yoksa son tango faslına gelindi mi (?), galiba konuya başka yazılarda bu tarikten devam etmeliyim.

[email protected]