Hem manşetlere yansıyan haber, hem de Meclis Dikmen Kapısı önündeki kitlenin de duyduğu şudur:
“Ankara'da TBMM'nin Dikmen Kapısı'na “Laikliği Kazanacağız” diyerek yürümek isteyen yurttaşlara, polisin "Atatürk'ün p.çleri" diye bağırdığı iddia edildi. Gençlik Muhalefeti'nin resmi Twitter hesabından yaptığı paylaşıma gore, kitleyi engellemeye çalışan polislerden biri "Atatürk'ün p.çleri" diye bağırarak hakaretlerde bulundu.”
Kısacası laiklik mücadelesi yeni bir aşamaya ve o polis müsvettesinin, hakaret etmek için taktığı adla, “Atatürk’ün p.çleri”nin savaşı olmaya erişti...
***
Kuşkusuz müsebbibi ve yataklığı yapanı, “Meclis Başkanı” sıfatını taşıyan zattır...
Zatın hayatı boyunca dindar, kindar bir geçmişi olduğu kayıtlarda bulunmaktadır. 1969 da, önce 16 Şubat “Kanlı Pazar” örgütçülüğünde zirve yapan, sonra, aynı yılın Mayıs’ında Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesine salgırganlığa yuvarlanan ve bunlar olurken MTTB başkanı sıfatıyla, fiilen olayların bütününde parmağı bulunan; yine aynı yıllara denk düşen, sonralarda kontrgerillaya tebdil olan Kırklar Komitesinin yöneticiliğinden geçen bir geçmişe sahip olmak ve bugün de TBMM Başkanlık koltuğunda oturmak, öyle her kula nasip olmaz. Kayıtlara bakılırsa, o dönemlerin MTTB teşkilatı içinde yönetici sıfatıyla Abdullah Gül ve içinden yetişenlerden RTE’nin de bulunmuş olması, ayrıca hayli önemli ve manidardır. Esasında bu günkü manzara, eskinin geleneklerini taşıyan ve memleketin aynı kalıcı kadrolarla, islamofaşizme dönüştürülmesi davasıdır. Yani var olan gerçek, hiç bir şeyin öyle tesadüf olmadığının kanıtıdır.
Bunu; kendi tariklerine ait “Birlik Vakfı” teşkilatının portal sayfalarında şöyle anlatıyorlar: “Kahraman 1969’da MTTB’deki görevini devretti. Kahraman’ın yanı sıra, Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olan bir çok isim, MTTB’de yetişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Eski Yardımcısı Beşir Atalay, Milletvekilleri Necati Çetinkaya, Yaşar Karayel bunlardan sadece bir kaçı (*).”
Yani bu teşkilat adamlarının Türkiye sağındaki ve siyaset sahnesindeki geçmişi ve bugün hem iktidarı ve dolayısıyla gündemi ellerinde tutma becerisi müthiş…
İmrendiğimden falan değil ama Türkiye’yi manipüle etme ve herkesin kafasını meşgul etme babında...
Hatta bu meşguliyet öylesine bir sıradanlaşıyor ki, pek çoğumuz Pazartesi hop oturup, hop kalkarken; Çarşamba bir yenisinin şokunu yaşıyor ve hafta sonunda, nefeslerin tutulduğu futbol terörleriyle, olanı biteni unutuyor ve memlekette günler böylece geçip gidiyor...
***
Ana menü şöyle...
Her gün yeni bir vecize, her gün yeni bir yumurtlama ve her gün kendi saflarını konsolide eden, karşı saflara da gaz, toz, job ve zor olarak dönen bir derin ayrışma aceleciliği sürüp gidiyor...
Kuşkusuz aceleleri var...
Zira evdeki hesabı, bir türlü çarşıya uyduramıyorlar...
***
Taksim’e AVM dediler...
Taksim, “Haziran Direnişi” oldu, geri döndü...
Birileri, kardeşim Esed’den, onun kellesini istemeye ve Şam’daki Emeviye ya da Selahaddin Eyubi Camisinde kendine namaz niyaz etmeye savruldu. Şimdilerdeyse karaya oturmuş bir Suriye siyasasının sahibi olmaya dönüştü...
Kobani bitti derken, Türkiye Kobani’ye sınır bir ülke oldu...
Sadece bu kadar mı?
Sınırı ihlal diye, Rus jetini düşürürken, IŞİD’in Kilis’i her gün bombalamasına karadan topçu ile gülle atmak ve fakat Rus’un koyduğu yasaktan dolayı, bir tayyare bile kaldıramayacak acz içinde bulunmak...
Bu arada, memleket karasuları içinde kalan, on sekiz kayalık adanın işgalini ve yaptıklarını uçarak denetlerken, Türkiye hava sahası ihlalini de medyadan yayımlayan Yunan Genelkurmay Başkanı önünde selam durmak...
Ensar faiciasıyla, “bir defadan bir şeycik olmaz” yumurtlaması yapan “Aile içi ensest” işlerinden sorumlu bakanın gafını, ele yüze bulaştırmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamak...
Diyanet işlerinden sorumlu şeyhülislam taslağı ve parti baş müftüsü zatın, Chopin’in cenaze marşı yerine Itri’nin “Tekbir”ini istemesiyle, “Melih Aşık”ın yok artık deyip, önerdiği ve “Mercedes” yerine “makam devesi” tahsisatı sorununa bulaşmak...
Yapılan ve kayıt altına alınan Dolmabahçe mutabakatını yok sayan bir “Alzheimer” sayrılığından muzdarip olmak...
Dün Ergenekon’un savcısı benim derken, bu gün Ergenekon’un paralelci bir tertip olduğundan dem vurmak ve bunu bizim cenah gibi baştan söyleyenlere, şimdi geri zekâlı muamelesi yapmak...
Memlekette satılmadık kamu malı, arazisi ve birikimi bırakmamak...
Ve buna benzer buraya yazılamamış yüzlerce işe imza atmak...
Kolay değildir...
Bu denli kifayetsiz muhteris olmak...
Ve kifayetsizliklerinin her birine, bir gün öncesine göre, yeni bir martaval uydurmak, öyle her baba yiğidin kaldıracağı bir harç da değildir...
***
Dönelim “p.çlik” meselesine...
Zatın sırtının sonundaki kılı olmaktan, arzu ettikleri takdirde ve dahi evli olmalarına karşın, hülleden zevcesi olmaya aday olan, onlarca kadın beyanatlarına bakılırsa, “mezhebi gayrisahih” doğurma şansı, pis salgılarını fışkırttıkları bizim cenahta değil, tıbbi olarak kendi taraflarındadır.
O zaman bu sapıkların, muhtemel peydahlayacaklarına, bizim ne dememiz gerekmektedir? Anlayan anlar deyip, devam etmek çok daha nezihtir...
***
Adamlar ilk günden bu yana, ne istediklerini hiç saklamamışlardır...
Lanetle andıkları kurucu Cumhuriyeti ve ona dair ilerici olarak gerçekleşen ne kazanım varsa, bunları top yekün, ayaklar altına almak için, programatik çalıştıklarını da bu güne değin göstermişlerdir.
Dolayısıyla, bunlara bu zaman zarfında yataklık eden sol soslu liberallerden, sermayenin ve burjuvanın küçüklü büyüklü her kesimi dahil, milliyetçi bulaşlarla gelen destekçilik, işin asıl sorumlusudur. Unutulmaması gereken diğer husus da şudur: Bu hastalığın bu coğrafyada başa tebelleş edilmesinde, uluslararası sermayin rolü, asıl yapı kurucu boyuttur. Ne ki, bu AKP’nin kendi önemini ve topluma hükmetmekte gösterdikleri yetkinlik ve becerilerini asla örtemez. Birileri onu memleketin başına sardırdıysa da, bu güne gelmelerinde gösterdikleri yetkinlikler asıl unsur olmuştur. Unsurları sıralarsak, cahil yoksulluğun çıkarcılığını ve siyaset işinde AKP’den yana tercih koyuculuğunu başa yazmak gerekir. Nedeni de, cahil yoksulun hem nemalandırma işi, hem de dine alet edilmesi, AKP siyasetinin devlet kaynaklarını siyasi çıkara göre peşkeş çekme becerisiyle geçirgenlik ve bitişme gösterir. Her ikisi birbirine kenetlenince, neticede kocaman bir oy kitlesiyle, seçimlerden seçime, zafer kazanan ve bu gün de tepemizde bayrak sallayan tablo gerçekleşmiştir.
Şimdi an, artık anayasadaki “laiklik” kavramının da atılacağı ve yerine “şeriat” yazılacağı vakte durmuş olduğumuzu göstermektedir.
***
Meclis Başkanı sıfatını taşıyan zat, öyle kendi bildiğini ve gelen tepkileri tevil etme yolunda “kendi fikrimi söyledim” yalanıyla konuşacak bir durumda değildir.
Taşıdığı sıfata göre, her sözüne siyaseten yapılacak atfın ne olacağını pek ala baştan kestirerek, şimdi bilerek, isteyerek, “şeriat” çağrısı yapmakta ve zemin yoklamaktadır.
Bu AKP siyasetinin ana mekanizmalarından birisidir...
İçlerinden bir zat, önce yeni siyasi çıkışın sözcülüğü için memur edilir. Kelamına gelecek tepkilerden, siyasi havanın barometrik değerleri süzülür, öğrenilir ve ona göre yeniden bir menzil ve manevra alanı tayin edilir. Nitekim ilk tepkiler alınmış, bir kısım halkın ve gençlik dinamiklerinin çıkışlarından sonra, memleketin riyaset-i cumhur makamı da meseleyi büyütmek istemeyen görüntüde, işimize bakacağız, kişisel fikirlerle uğraşmayacağız moduna yatmıştır...
***
Buradan, bu portaldan ve benzeri kanallardan, yıllardır söylenegelen ve henüz eskimişliğini hiç kaybetmeyen bir gerçek bulunmaktadır: Bu memlekette geleceğe dair bir düşü olması gereken “Sol”, bu işe Haziran’ın “Birleşik” vecizesindeki gibi, mutlaka halk sınıfları olarak ve birleşerek bir çare üretmek zorundadır.
***
Türkiye, Cumhuriyet olduktan sonra, neredeyse bir yüzyıldır, kapitalizmi ve onun zürriyeti olan burjuva sınıf siyasetini ve iktidarlarını denemiştir. Şimdi yolun sonuna varılmış olmakla beraber, bundan böyle de aşılacak sarp kayalıklar, derin yarlar bulunmaktadır.
Kapitalist emperyalizmin kolayca elden çıkarmak istemeyeceği bu coğrafyayı, dünya konjonktürünü de hesaba katarak, aydınlanmacı, laik ve bir emekçi cumhuriyeti olarak yeni baştan yaratmak istiyorsak, Türkiye’nin solcu, devrimci, sosyalist ve komünistleri ve dahi yurtseverlik ve antiemperyalizm meselesinde, bu cenahtan kendini ayırt etmeyen bilumum devrimci Kemalistleri, ülkenin geleceğine, Atatürk’ün adıyla hareket edilemeyecek yeni bir şekil vermek mecburiyetindedir.
Sadeleşmek gerekir! İktidar cenahı, her defasında daha da ağırlaşan bir sınıf diktatoryası dayatıyorsa; dinci gericilik ve faşizm uygulamasında sınır tanımıyorsa; cevabını karşıtından, onu ortadan kaldıracak biçimde almak durumundadır.
O zaman, bu “Atatürk’ün p.çleri” lafı, onu sarf eden zihniyete yedirtilebilir ve toplumsal yaşamın dışına sürülebilir.
Sınıf savaşı, kompartımanlarına ayrılamaz. Ne ki mücadelenin adını, şimdilerde Cumhuriyet ve Laiklik için mücadele veya benzer başka bir şey koymakta da, hiç bir beis olmaz. Zira ve kısacası, laiklik için mücadele ve bunun ibresini AKP’ye çevirme, hem devrimci, hem kurucu ve hedefi kestirmekte hakiki bir göstergedir.
Yeter ki emekçi sınıflar, iktidar olmayı, öncü partisiyle becerebilsin...
Kaynak: