Geçen haftanın gündeminde, iki ana konu belirgin olarak öne çıkmıştı. İlki, Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili kayyum rektör tartışması, protestoları ve ikincisi de yeni Anayasa tartışmalarının iktidarca gündeme getirilmesi.
Bu haftanın atış noktası ise, Türkiye’nin uzay çalışmalarına ilişkin gündemi ve Reisicumhur tarafından 10 maddelik bir yol haritasının sunumu…
Her iki konu, yapılan resmi konuşmada esasen birleştirildi ve 2023 hedefleri olarak belirlendi. Anayasa 2023'ün kapı tarifi, diğeri ise kilit açıcısı yani anahtar olarak vurgulandı.
Anayasa işine dair bir genel değerlendirme yazdığıma göre ve esasen işin tekniği, ideolojisi ve ölçeklendirilmesi vatandaş olarak beni ilgilendirdiği kadar, hukukçuların işi olduğuna vurgu yaparak, daha çok düşüntü (spekülasyon) içine girmek istemiyorum.
Vakti geldiğinde elbette fikir paylaşım hakkımın saklı olduğu vurgusunu yaparak…
UZAY İŞİ…
İnsanlık, tarih boyunca, hem ve hep bu gezegenin toprağına basmış ve hem de varlığının sorgulamasını göklerde, semalarda aramıştır.
Başlangıçta, kozmosun merkezi olarak yerküreye büyük değerler biçilmiş olmasına karşın, o binlerce yıllık insanlık tarihinin içinde, uzayda ‘bir nokta, bir virgül’ kadar maddi bir büyüklüğümüzün olmadığı çok sonraları anlaşılmıştır. Nihayetinde, ilkin bütün kozmos zannettiğimiz oysa milyarlarcasından birisi olan Samanyolu galaksisinin içinde, milyarlarca yıldız sistemlerinden birisi olan Güneş’in etrafında tavaf eden, mini minnacık bir gezegen olduğumuz gerçeği ile de yüzleşilmiştir.
Bunu anlamış olmakla beraber gözlerimiz, ufkumuz ve hülyalarımız halen göklerin saklısını, gizini aydınlatma noktasından bir adım geriye düşmemiş görünmektedir.
Bu maceranın ilk patronları, Sovyetler ve ABD olmuştur. 1957'de başlayan yarışta, uzaya 1961’de çıkan ilk insan ve Sovyet kozmonot Yuri Gagarin’e büyük bir selam olsun…
Sonra sırayı, Çin ve ardılı ülkeler almıştır.
Bugün dünya çevresinde, aralarında Türkiye’nin de olduğu 60 kadar ülke, uzayı keşfetme ve stratejik konumlanma bakımından büyük yarış içindedir.
Bir tarihçe incelemesi yapacak değilim. Türkiye’ye bakacak olursak, 8 Ocak 2021 tarihi itibarıyla, Türkiye'nin, 3'ü (TÜRKSAT 3A, TÜRKSAT 4A, TÜRKSAT 4B) haberleşme, 3'ü (GÖKTÜRK-1, GÖKTÜRK-2 ve RASAT) gözlem olmak üzere aktif 6 uydusu bulunuyordu. 8 Ocak’ta, TÜRKSAT 5A, yedinci haberleşme uydusu olarak yörüngeye oturtulmuş bulunuyor. Bu uydular, hukuken ülkelere “yörünge hakkı imtiyazı” kazandırıyor. Bu da teknoloji dünyasının bir getirisi olarak, bir köşeye kaydedilme değeri taşıyor.
Bu uydular, tasarım, teknik donanım ve yazılım olarak Türkiye’de, Türk mühendislerce gerçekleştirilmiş ve ancak ‘nakil roketi teknolojisine’ sahip ve ‘uzay limanı’ bulunan ülkelerin roketleriyle dünyanın çevresine konumlandırılmıştır.
Reisicumhur’un 10 maddelik uzay çalışmaları bildirisi, elbette ve hemen tartışmaya açıldı. İşin iki yüzü var. Birincisi pejoratif (küçümseyici) bakış açısı ve ihtiyaç bu mudur eleştirileri; diğeri ise bunun tersini söyleyen retorik.
Bundan sonra yazılanlar biraz arı kovanına çomak sokmak gibidir. Ne ki denemeye değer.
Küçümseyici bakış açısı, biraz bir kimlik sorunsalı yaşadığımızın izlerini taşır gibi. Bu alanda dünyanın devleri varken, hangi çapımız ve bilgimizle böyle bir üretim yapabiliriz kaygılarını içeriyor. Öyle ya, biz kimiz ki uzaya uydu göndereceğiz, ayın fethi için sert iniş, yumuşak iniş yapacağız falan…
Bu türden bir düşüncenin, haklı veçheleri de olabilir. Emperyalizmin kıskacına alınıp, NATO üyesi kılındığımızdan bu yana, köyümüzün has tereyağı yerine ‘Vita margarini’ yedirilmiş, anamızın ak sütü gibi helal organik sütlerimiz yerine, ABD süt tozları içirilmiş, Holivut filmlerinde vahşi Kızılderililerin katledilmesine bayılmış kuşaklar olarak, ideolojik öğreti bağlamında da becerilerimiz, yetilerimizle birşeyler yapamayacağımıza inandırıldık ve öyle yetişip geldik. Kendine güvenin kırıldığı ve terbiyeli, biat etmeyi marifet olarak bellemiş bir ülke vatandaşlığı kimliğinin, travmalı izlerinin bulunması çok şaşırtıcı olmamalıdır.
İhtiyaçlar faslına bakılacak olursa, genel işsizliğin sürdüğü, açlık-tokluk indekslerinde yerinde sayan bir ülke gündeminde, öncelik, uzaya mı gitmektir veya yoksa bu ihtiyaçların giderilmesine mi yatırım yapmak gerekir? Yani Şekispir’in (William Shakespeare) söylemiyle, Araf’ta kalmış gibiyiz: “Olmak veya olmamak; bütün mesele bu…”
Eleştirilerin, bir diğer yüzü daha var. Konu, gündem değiştirme meselesidir. İktidarın bu konudaki marifet ve yetenekleri, böyle düşünme konusunda da düşünenlere şimdiye değin hayli haklılık kazandırmıştır.
UZAYDAN, TEKRAR YERE YUMUŞAK İNİŞ
Türkiye, an itibarıyla iki ana sorunla uğraşmaktadır. Eğer kaldıysa, mali kaynaklar bir yandan pandemiye harcanmakta ve diğer yandan da çok cepheli bir coğrafyada yürütülen savaş veya gambot diplomasisi için büyük silah üretim harcamaları yapılmaktadır. İkincisi itibarıyla, bu da ahaliye sadece belini değil, kendi boğazını sıkacak bir kemer politikası olarak yansımaktadır.
Türkiye’nin düne kadar bir hava savunma sistemi ve şemsiyesi yoktu. Var olanlar, F-16 ve F-4 uçakları, uçaksavar topları ve ABD envanterinden çıkarılmış Hawk füze bataryalarından ibaretti. Oysa gelişkin roket sistemleri (balistik olanından, uzun, orta, kısa menzillisine kadar) bir ülkenin bütün savunma doktrinini yok etme kapasitesine sahipti. O nedenle, ABD’den ‘Patriot füzeleri’ istenmiş ve sonuçta havamızı alacağımız tebliğ edilmişti. S-400'ler buna kontra bir vuruştur.
Hava sahanızın savunması için, kaldıracağınız bir F-16 uçağının, hiçbir mühimmat harcaması yapmadan bir saatlik uçuşu, 26 bin dolara mal olurken, akıllı radar sistemleri ile korunan ve roket taarruzunu yüzlerce kilometre öteden görüp, karşı füzelerle yok edemediğinizde kaç yüz bin asker beslerseniz besleyin, ülkenin şansı kalmıyordu…
Laf uzamasın, bugün gelinmiş olan nokta, tank ve topundan, kara zırhlı araçlarına, İHA, SİHA ve taaruzi hava araçlarından (TİHA); gelişkin radar sistemlerine, savaş gemileri, denizaltılardan, helikopter ve prototip savaş uçaklarına, bunların bilgisayar yazılımlarına ve dökümü kataloglar tutan bir endüstri üretimine gelinmiş bir nokta var. Bilinen fabrika, tesis ve kapasite, kamuya ait vakıf şirketleri ve özel sektör şirketleri olarak 800 şirketin bileşkesini içeriyor. 2002'lerde 2 milyar dolarlık bir üretim ve satış kapasitesinden, 60 milyarlık bir pazara hitap eden, ihracatla 12 milyar dolarlık bir ciroya sahip ve silah-uzay teknolojileri üreten bir düzeye erişmiş olma noktasındayız. Açıklanan proje sayısı da 700. İthalatçı bir ülkeyken, kendi ihtiyaçlarını yüzde yetmiş oranında karşılayabilen, ihracatçı bir ülkeye dönüşmüş durumdayız.
İsteyenler, bizim bilmediğimiz ve konuşmadıklarımızı, Yunanistan ve hatta Alman, İngiliz savunma sitelerinden takip edebilirler. Memleket ahalisinin bilmediklerini, Yunanistan her gün tartışma programlarına taşıyor. O nedenlerdi ki, şimdi ilk kalem olarak 11 milyar dolarlık silah satın alımı yaptılar. Yani, bunların ne olup olmadığı, açık kaynaklarda bütün teknik ayrıntıları ile yazılıp, çiziliyor ve her türlü sıradan bilgi edinme kaynaklarından da öğrenilebiliyor. Gizli olanları varsa, kuşkusuz bunları kimse bilemiyor.
Bu yazılanlar kendi kendimize bir güzelleme değildir. Bilinebilir bilgilerdir. Sadece verili durumu saptamak bakımından da ‘sade suya tirit’ bir özetleme yapılmıştır.
İşin uzay faslına gelince, eğer bir üst sınıf olan bu teknoloji ve üretim kapasitesine erişemezseniz, ürettiğiniz silah ve mühimmatlar ne denli mükemmel olsa bile, savunmanızın idamesi mümkün olmaz; zira uzaydan yeri gözlemleyen uyduların derlediği bilgiler ve onlar aracılığıyla yürütülen her türlü telekomünikasyon ve ilişkili faaliyetler, başkaları tarafından denetlenir. Buna, evimizin içindeki gündelik hayatımızın gözetlenmesi dâhildir. Telefonunuzdaki GPS konumundan, hangi marketten alışveriş yaptığınızın bilinebilmesi, buna basit bir örnektir.
Yani TÜRKSAT ve GÖKTÜRK uydularının mazisindeki gerçeklik, gündelik hayatta farkında olmadan yaşadığımız başka bir ihtiyacın sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
İktidarın, propagandif olarak da sayılabilecek uzay programı ilanı, propagandasının dışında, gerçekleşme ihtimallerini de içinde barındırmaktadır.
BAŞKA BİR CEPHEDEN BAKIŞ…
İki kutuplu dünya zamanında, ABD ve Sovyetler, hem silahlanma hem de nükleer güç olma ve uzay rekabetinde başa güreşiyorlardı. ABD’nin hegemonik güç olma ve Batı ittifakının patronajını elinde tutma performansı, ne unutulmuş ne de kaybolmuş değildir.
Peki, Sovyetlerin, sosyalist bir dünya deneyimine liderlik etme çabasında, acaba hangi saikler bulunuyordu? Eşit güçler arasında dengeyi sağlama ihtiyacı, çok basit bir cevap mı olur? Aynen de böyleydi ve dünyadaki bağımsızlık hareketlerinin tümü, Sovyet askeri gücü ve desteğinden varlık bulabiliyordu.
Sovyetler, bir NATO ülkesi olmakla beraber, komşusu Türkiye ile her zaman dirsek temasında oldu. Türkiye’nin aldığı, tarihi bütün ağır sanayi yatırım ve teknolojik desteğin ardında, hep Sovyetler bulundu. NATO-ABD tarafından, Sovyetlere karşı jandarmalık görevine tayin edilen Türkiye, bugünlere düşe kalka da olsa gelebilmişse, bunda Sovyet yatırımlarının ve komşuluğunun büyük payı olmuştur. Sovyetlerin, kapalı Karadeniz havzasından, sıcak denizlere çıkabilmesinin yegâne kapısının Türkiye olması, bölgede, bir denge unsuru ilişki düzeyini de her zaman ardında taşımıştır. Şimdiki en somut örneği, nükleer rektör teknolojisinin bir biçimde Rusya’dan sağlanmasıdır.
2000'lerin başında, ABD’deki bir kongreye gidişim nedeniyle, Teksas’ta NASA’yı da ziyaret etme fırsatım olmuştu. 1969'da ABD’nin aya astronot indirdiği komuta merkezini de bu vesile ile görmüştüm. 1980’li yılların ortasında, gündelik hayatımıza giren yeşil ekranlı 8086 bilgisayarların prototiplerinin, o ay seyahatinde nasıl kullanıldığını ve bunların sivil yaşama nasıl yansıtıldığını, sesli gezi rehberi kulaklıklarından nasıl hayretle dinlediğimi, bugün bile çok net hatırlıyorum.
Askeri ve uzay sanayisi yatırımlarının getirisi, teknoloji ve bilgi birikimidir ve sivil yaşamın bütün gereksinimlerini karşılayacak girdileri sağlar. Eğer ABD ve Sovyetler arasındaki 1957'de başlayan uzay sanayi rekabeti olmasaydı, bugün kullandığımız cep telefonları bile belki de hala yoktu…
Bir son şerh de şöyle olsun! Bu ülkenin, her türden siyasi düşünceye sahip yurttaşları ve siyasetçileri, kendi meşreplerine uygun bir dünya umut ediyor. Yani herkesin kafasında, ‘başka bir dünya mümkündür’ hülyası geziniyor.
Görünen o ki, kapitalizmin kendini bir biçimde restore etme potansiyeli, hegemonik iktisadi tercih olma düşünde halen birinci sırada olmasını da sağlıyor. Sağ siyasetler buna uygun tercih paketlerini gündemine alıyor.
Solcular, sosyalistler ne düşünür derseniz, klasik eşitlik, özgürlük, bağımsızlık, kamuculuk gibi şiarlarını, mutlaka bir iktisadi düzenle perçinlemek durumundalar. Sosyalist iktisadın da kendine özgü ekonomi politiği olduğu kuşkuya yer olmayan bir gerçeklik. Bu gerçekliğin hayata geçirilmesinde, elde hangi araçlar olacak? Şimdi sayılan askeri ve uzay sanayisi dâhil bütün alanlarda teknolojik donanımı bihakkın sağlanmış ve diğer ülkelerle her zaman rekabet edebilecek bir yapılanma ile…
Çin nasıl bir ülkedir (?) tartışmasını bir yana bırakacak olursak, en yalın söylemle, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilen bir ülkedir demek gerekiyor. Çin, bugün geldiği nokta itibarıyla, devasa ekonomik gücünü, askeri ve uzay sanayilerindeki gelişmişlik düzeyine borçlu. Dünyanın önde gelen ilk 10 veya 20 ekonomisi olabilme ve bunun sürdürülebilmesi de ancak bu alanlara yapılacak yatırımlarla söz konusu olabiliyor.
BİTİRİRKEN…
Devrim deniliyorsa, devrimin ilk sabahında, halkın karnını doyuracak ekmeği temin etmek kadar, devrimi koruyacak her türlü savunma gücünün de ayakta olması gerekir. Yoksa devrim akşamına çöker.
Öyleyse bunu yapamayız, ihtiyaç başkadır eleştirilerini bir yandan saklıda tutalım ve en azından pejoratif davranışlar yerine verili durumu da çok iyi bilelim. Böylece, neyin ne kadar başarılacağı konusunu, duyarlılıkla izleme konumunu da koruyalım. Bunlardan devrimciliğimize halel de gelmez, inanç ve umutlarımız da bozulmaz.
Jules Verne’nin, “Ay’a Seyahat” kitabı, çocukluğumuzun güzel bir düşüydü.
Bırakın gidilebiliyorsa aya da seyahat yapılsın. Gidilemezse, elbet hatırlatılır; hesabı sorulur…