Aydınlanma ve laiklik, başka çıkış yok…

Bu coğrafyanın tarihinde, “Ensar Vakfı” olayı kuşkusuz bir ilk değildi. Ummak ve son olmasını dilemek ise çok insani olmakla beraber, galiba pek çoğumuz için, umuda dair fazla bir şeyi de içinde barındırmamaktadır.

Yani Ensar faciası, ilk değilse bile, belki de cerahatin patladığı ve pis kokulu bir irinin ortalığı sardığı, bugüne değin birikmiş en sapık örneklerin, kuşku yok ki başındadır…

Şu memleketin kimbilir daha hangi kıyı-köşesinde, insan soysuzluğuna ilişkin acaba daha ne örnekler yaşanıp gidiyor? Ensar gibi saklanamayıp açığa çıkanları, bu toplumun koynunda taşıdıklarının yanında, muhtemeldir ki, devede kulak bile olamayacak düzeydedir…

Bu derin bir yeistir. İçine düştüğümüz durum, söylenecek sözün, sözcüğün olamaması, bulunamaması, boğaza her şeyin gelip tıkanması ve derin bir soluksuzlukta kalıştır…

Bir bıkkınlığın yaşandığı, utanmazlıkların nice ar damarlarını yırtıp attığı ve adını kimileyin anaya, babaya yazdırmış nice müptezellerin, kendi evlatlarına bile sapıklığa soyunduğu bir zaman aralığından geçilmektedir. Bu insanlığımızın kanını dondurmaktadır. Yani bir kokuşma, çözülme, çöküş dönemini yaşadığımızdan yana hiç kuşku bulunmamaktadır…

Acı bu denli derinken…

Mecliste, Ensar’ın soruşturması için verilen gensoruyu reddeden AKP’lilerin, Aile Bakanı önünde dizildikleri kutlama kuyruklarının yarattığı travma ise öyle sözcüklerle açıklanabilir falan değildir.

“Önüne yatmak” fiilinin sözlük anlamından bağımsız, kimlerin neyin üstünü örtmek üzere insani ve toplumsal her türlü değeri ölmeye yatırdığının en acımasız işkencesini en deriniyle yaşıyoruz. Bunu artık kaldırabilmek ve kendimize gelebilmek mümkün değildir diyen toplumsal bir ruh halinin de ortalıklarda salındığına tanık oluyoruz.

Yani ve kısacası, ne yazılsa, ne çizilse her şeyin boş düştüğü bir acı devran yaşanmaktadır…

Oysa böyle düşünlere başka bir sözümüz olsun; bu bir yanılsamadır. Zira bize hayatı böylesine çektirenlere, bunun hesabını mutlaka sorabilmek, her zamankinden daha da fazla ayağa kalkmayı ve diri durmayı gerektirmektedir.

Hani söylemeden edemeyip, bunları kendi haneme böyle şerh düşüyorum ve geçiyorum…

***

Tamam da ne yapacağız?

Yeni bir aydınlanma ve toplumsal kurtuluşun yansıması olacak olan “yeni laik bir cumhuriyet” yaratmak, bizi bu onulmaz karabasanlarımızdan ancak ve biricik kurtaracak yol olarak görünmektedir.

Altını çizmek istiyorum; eskinin bir daha yerine konulması değil, gelmesi gereken, ülkenin kaderinin toplumsal kurtuluşa baştan yazılacağı bir evredir...

Yani yeniden makûs talihi bir defa daha yenme ve bu sefer gericiliğe, takkıyeciliğe, eyyamcılığa, dinci soytarılığa, sömürgenlerin kan içiciliğine dair ne varsa, kökünü kazıyarak aydınlanmacı, kamucu, bağımsız, laik yeni bir cumhuriyet yaratmak...

***

Türkiye aydınlanması, geç bir burjuva devriminin gerçekliğidir. Kimileri bunun adımlarını Osmanlı’nın içinden okuyarak geçmişini III. Selime kadar dayandırır…

Doğrudur diyelim ve bu tarihi sürecin kiminle, ne zaman başladığından bağımsız olarak da, işin olgunlaşıp, pişmesinin, söz yok 23 Cumhuriyetine ve ilk kadrolarına yazılmak durumunda olduğunun altını bir kez daha çizelim…

Anadolu İhtilali, kurtuluş ve kuruluş evresinde,  şimdi tamamen karartılmaya çabalanan aydınlanmanın içeriğini belirlemiş ve öncülüğünü de gerçekleştirmiştir.

Şimdi ve bunu aşamalı bir devrim teorisine kılıf uydurmak için yazdığımı sananların çıkabilme ihtimaline karşın ve bunu bir yana koyarak ve altına, üstünü yeniden bastırarak söylüyorum ki, cumhuriyetçilik, aydınlanma ve laiklik için mücadele, toplumsal kurtuluş devriminin en önemli parçalarından birisidir; ya da bütünün kendisidir. Zira geçmişte ilk hamleyi yapmış olan burjuvazi, bugün gericiliğin şah damarı haline geldiğinden, şimdi sıra emekçiye ve emek cumhuriyetinin kuruluşuna gelmiştir.

Ne ki bu mücadelede taşları da yerine yeniden ve doğru yerleştirmek gerekmektedir.

O bakımdan bir kaç not ve şerh düşerek, meseleye dair bir defa daha tefekkür edelim...

1-Laiklik-laisizm denince, akla gelen beylik tanım, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olmaktadır. O bakımdan da, ikilem yaratan diğer kavram “sekülerizm”, yerli yerine oturtulamadığı gibi, hatlar kafalarda karışmakta ve dünyada devletin laik karakterde olduğunu anayasasına koyan az sayıdaki ülkeden birisi olduğumuz halde, neden laik olamadığımıza durmadan şaşırılmaktadır...

2-Türk Dil Kurumu, sekülerizme “dünyacılık” sözcüğünü önermektedir.  Türkçede seküler ya da laiklik kavramları, çoğu kez de birbiri yerine kullanılmaktadır. Öyleyse, birbirinin türevi olan bu kavramların ayrışma noktası, ne ola ki diye sorulursa, kısaca şu söylenebilir: Laiklik siyasal bir kavramdır. Devletin yönetsel olarak dinsel olandan ayrılmasına karşılık gelir. Oysa, sekülerizm sosyolojik bir kavram olup, toplumun dinsel dogmalardan akıl gücü ve aydınlanma ile sıyrılmasını ifade etmektedir. Özetle toplum seküler ise yönetim siyaseti, kaçınılmaz olarak laiklik üzerine oturmaktadır.

3-O zaman, devletin anayasasında laiklik başa yazılmışken, bu siyasal olguya neden sahiplenemediğimiz de açığa çıkmaktadır.

4-23 Cumhuriyet paradigmasının temel taşı olan aydınlanmacılık, çağının başında, yanı başındaki Sosyalist Sovyetlerin varlığından destek alarak gerçekleşen büyük bir hamle olmasına karşın, kurucu sınıfın elinde çoğu kez kendi çıkarı kadar ipinin ucu salıverilmiş ve yoksa çoğu kez yedeğe alınarak sermaye birikiminin her hangi aparatı olarak burjuvazinin çıkarına çalıştırılmıştır. Sonucu, siyaseten laik görüntülü ve fakat sistemin sosyolojisi itibariyle seküler bir toplum olunamamıştır. Bu bağlamda da, özellikle 1980 sonrası, dinci dogmaların hayatın her alanını ve toplumu kuşatması, iç-dış sermaye eliyle azdırılmış ve devletin kâğıt üstündeki laik karakteri, kendi üstünde daha da eğreti durmaya bırakılmıştır. Hadi şöyle bir düşünelim; farkında olmaksızın ve dilimize pelesenk olan ve beyin kıvrımlarımız arasına yerleşmiş sözcükleri anımsıyalım. Maşallahlı, inşallahlı ve Allahın korumasına, bağışlayıcılığına kendimizi adadığımız, peygamber şefaatine de kendimizi terk ettiğimiz ne çok da sözcük kullanıyoruz. Vaziyet bu olduğunda, seküler bir toplum olabilmekten ziyade,  dinsel rituellleri gündelik hayatın içinde başa koyan bir toplum olmaya, kuşkusuz çok daha yatkın oluyoruz...

5-Buradan varılacak sonuç şudur: Hem aydınlanma ve hem de bağlamıyla laiklik için mücadelenin, toplumsal kurtuluşçu mücadele biçimlerinin içinde en başa yazılması gerekli olduğudur. Yani ve kısacası, devrimciler, sürecin bu faslını küçümsememeli, bu hatta yalpalamadan mücadeleye devam etmelidir.

6-Sosyolojik anlamda sekülerizm, somut ve bilimsel olanla, soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifade etmektedir.  Sol sosyalist hareketler bakımından toplumsallaşma, ya da solun toplumsallaşamaması da, işte tam da buraya tekabül etmektedir. Emekçi sınıflara öncülük edecek siyasal sol özneler, sınıfsal çıkarları açıklıkla dillendirebilir iken, emekçi sınıfların gerici sermaye sınıfı ve dinci dogmalar peşine sürüklenmesinin önüne bir türlü set çekememektedir.  Halkın makarna ve bir çuval kömüre kendini sattığı, çokça sığınılan bir eleştiri limanıdır. Oysa bu türden yanlış ve arızalarda, faturayı emekçi halk kesimlerine çıkarmak, tek başına doğruya da karşılık gelmemektedir.  Bu anlamda da devrim mücadelesinde, aydınlanma ve laiklik üzerine ne yapılmalıdır sorunsalı, her daim sorgulanma ve çözüm beklemektedir.

7-Ana sorun, dinci gericiliğin sermaye sınıf ve hegemonyasına içkin bir tarz-ı siyaset haline gelmiş olmasıdır. O nedenle, kurtuluş ve kuruluş dönemlerinin seküler ve laik siyasa üretim ayağı, bugün artık hem sakatlanmış ve hem de toplum, sosyolojik olarak kötürüm kalmıştır. Bu nedenledir ki, sermaye düzeninin elinde, çıkara uygun yol yürünecek koltuk değneği olarak, dini referanslara boğulmuş yeni bir toplumsal düzen nesnelliğinden başka bir seçenek kalmamıştır. Örnek olsun; o bakımdan bir bakılırsa, Koç teşkilatının başındakiler, gün olur kapitalizmin adaletsiz olduğundan bahsederler ve ertesi gün de kendilerine verilmiş ihalenin kurdelesini keserken, AKP reisleri ile cümle efradının dayattığı düzenden duydukları memnuniyeti beyan ederler… 

8-2013 Haziranı ile 1 Kasım 2015 arası, sermaye ve onun güncel ara yüzü olan AKP iktidarı, tarihlerinin kaybetme karabasanına girdiği en derin çaresizlikleri yaşamışlardır. Bu günkü çözümsüzlüklerine karşın, toplumu devlet zoruyla her biçimde baskıladıkları ve aşıladıkları gerçeklik de,  şimdilik vartayı atlatmış gibi göründükleridir. Her halde bunun en önemli nedeni ise solun bu derin kâbustan çıkış yollarında, önüne gelen en tarihsel olanakları ve dinamikleri kullanamamış olması hakikati yatmaktadır.

9-Bu gün sol bakımından,  toplumsallaşma beceriksizliğini aşma yolunda ve sınıfın öncülüğüne soyunma boyutunda, başarının kerterizi aydınlanma ve laiklik için verilecek mücadeleye burun kıvırmamak olacaktır. Elde edilecek kazanım mevzileri de, toplumsal kurtuluşun, döşenmiş patikaları olacaktır.

10-Kısacası, toplumcu bir yeni aydınlanma ile seküler bir toplum yaratacağız ve böylece siyaseten gerçekten laik bir ülke olacağız.

11-Başka çıkış yolu bilen varsa, beri gelsin…