Daha önce bir yerlere de yazmış mıydım (?); tam da hatırlamıyorum…
Tekrarsa bile hoş görün…
***
Hayat hepimize dairdir…
Ömür ise, hayatın içinden, onun bize ait olan kısmıdır…
O nedenle, hepimizin ayrı bir hayat hikâyesi vardır…
Kimi kez de hikâyelerimizin benzeşen yanlarını buluruz; ya da benzer hayatların içinden geldiğimizin farkına varırız…
Öyle ya; dengine denk olanlar benzerini yaşarlar…
Hadi sadeleşsin… “Sınıfsaldır!”
Buna sonra değinirim…
***
Tamam, hayatı yaşarken yaptığımız nedir ki diye soranı olursa, belki farkında, belki de değiliz ama…
İşte biz, hep bir sonrayı bekleriz…
Doğarız, büyümeyi bekleriz…
Biraz büyürüz, okula gitmeyi bekleriz…
Sonra mezun olmayı, iş sahibi olmayı bekleriz…
Gün gelsin de evlenmeyi-yuva kurmayı, ardından çocuk sahibi olmayı, onların mürüvvetini görmeyi, torun sahibi olmayı bekleriz…
Sonra merdivenden inme sırası gelir ki, emekli olmayı ve hele ki onulmaz sayrılıklarımız varsa, ya da ötesinin olmadığını bildiğimizden olsa gerek, huzur içinde ve iyi anılar bırakmayı kendi kendimize dileyerek bir gün ölmeyi bekleriz…
Velhasıl-ı kelam, ömrümüzün hangi basamağındaysak, ondanbir sonrayı ve sonunu bekleriz…
Bir çark-ı felek örneği, koca bir dairenin etrafında bir başlangıçtan yeni bir başlangıca ışığın etrafında dönen pervane kelebeği gibi akıp giden bir bekleyiştir bizimki…
Ya da, sanki hayat bir duraktır.
Bu durakta beklemek ise gelecek olan bir otobüsün yolunu gözlemektir… Sonra bir sonraki durağa gitmek ve yeniden otobüsü beklemeyi sürdürmek…
Bu minval böyle sürer gider…
Farklı deste hayat bekleyenleri, kendi ömür çizgilerinin otobüsünde…
Gidecekleri yolun gelecek otobüsünün beklentisinde…
Yani belki de hayat bir beklemeler zamanıdır; hem geleni karşılama hem de sonraki gelecek olanı özleme anıdır…
***
Ömür çizgimizin içinde hep bir beklerken, gelmesini hiç istemediğimiz ve beklemediğimizne çok da ayrıntı vardır…
Söz gelimi sevdiğinden ayrılacağın bir anı beklemek… Doğrusu beklenmesi hiç de istenmeyenlerin en başına yazılacaklardan birisidir.
Çektiğin acının bir benzerini bir daha yaşamak istememeyi beklemek…
Başka örnek yok mudur?İstendiği kadardır ve sonu dibi gelmez çokluklardır…
***
Sonunda bakarsanız beklemek, bazen tersini de hissettirse, bir yandan ve umuttur…
Umut ki saklımızda bir vatandır hep…
Umut ki geleceğe dair ve geleceğin doğallığına bir güvencedir…
Umut ki yaşayan ve yaşatandır…
Umut ki hayatta tuttuğumuz yer ve duruşumuzdur…
***
Dönelim biraz başa…
Beklemenin ekonomi-politiğini “sınıfsaldır” diye usa vurdurdum ya; hadi kenarından açayım…
Beklediğimizden bağımsız olarak,kendi ömürlerimizi nasıl yaşadığımızı mutlaka sorguladığımız zamanlar olmuştur.
Yoksulun, yoksulluğundan bir gün kurtulmayı beklemediğini düşünmek mümkün mü? Belki de bir gün gelip de zengin olma düşünü kurmak falan da işe dâhildir… Ya da namusuyla yaşamak; inancıyla yaşamak ama yine de çektiği sıkıntıların bir son bulmasını beklemek…
Zenginin zenginliği nasıl da büyür? Kâr diye kendine ayırdığını kenara koyarken, öteki harcamalarının tümünü çalışanının emeğiyle karşılar. Böylece maceranın adı da “artık değeri” büyütme işi olup çıkar. Beklenti biter mi? Sonra da, kurbanda davar-deve kesip hayır dağıtır;böylece bir yandan yürek serinletir. Bir yandan da gelecek günlerde servetinin daha da büyümesi için Allah’ın kabulünü bekler.
Ne yoksul, ne de varsıl olanlara yani orta hallilere gelince… Hayattan elde ettiklerini elden kaçırmadan, bir gün daha da fazlasına ulaşmanın hem düşünü kurarlar hem de yolunu gözlerler…
Kısacası beklemelerimiz sınıfsaldır…
Bu memlekette, hayatın neresinde olduğumuzu ya da neyi bekleyip nerelere ırak durduğumuzu her yıl önümüze raporla koyan bir kurum var. Adını bileceksiniz “Türkiye İstatistik Kurumu” ya da kısaltmasıyla TÜİK…
2015 raporuna bakılırsa, işi özetlemek için önce şunu belirtmeliyim...
Türkiye’de bütün nüfusu içeren toplam hanehalkı gelir dağılımı,“beş yüzdelik grupta” sınıflandırılıyor. Bütün hane halkı nüfusu %20 lik gelir gruplarına bölündüğünde ilk grup yoksulluğun tavan yaptığı veya gelir eşitsizliğinde toplumun en alt kesimini oluşturuyor. Beşinci grup ise en tepedeki zenginler kulübünü…
Buna göre en tepedekiler toplumsal hasılanın %46.5 ine sahipler. Yani işte o “artık değeri” hanesine kaydedenler kulübü... Bir anlamda hayır işlerinde de başı çekenler… Meselenin salt bir düşmanlık meselesi gibi görülmesini istemem. Bunun kapitalizmin doğasındaki sömürgenliğe bağlı olduğuna da yeri geldiği için şerh düşeyim… Yani birilerinin zengin olabilmesi için birilerinin de onlara çalışması gerekiyor. Sonra da rapordan (*) alıntı şu tabloyu koyayım:
Eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert gelirine göre sıralı yüzde 20’lik gruplar, 2014-2015
Gelir referans dönemi bir önceki takvim yılıdır.
Tablolardaki rakamlar, yuvarlamadan dolayı toplamı vermeyebilir.
Aşağıda meraklısı için raporun bütününe ilişkin adresi veriyorum. Açıp incelenebilir. Ötesinde raporun çarpıcı ara başlıklarını buraya alıntılıyorum ki, yaşamın ne denli sınıfsal olduğunu ve egemen bloğunda,“zenginler sınıfı” olduğunu ortaya koyması bakımından. Yani devlet, memleketin,“zengin sınıflar ve yöneticileri” elinde olduğunu saklamıyor ve hayatı hep çalışarak mezara gitmek olanlara da hangi durakta neyi bekleyip, neyi beklemeyeceklerini güzelce açıklıyor… Ötesi bizim düşlerimize kalmış…
En yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay %46,5'e yükseldi
Gelir eşitsizliği bir önceki yıla göre 0,006 puan arttı
Ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert geliri 16 bin 515 TL oldu
Toplam gelirdeki en yüksek pay %49,7 ile maaş ve ücret gelirlerine ait oldu
Nüfusun %14,7’si yoksulluk sınırının altında kaldı
Okur-yazar olmayanların %27,2’si, yükseköğretim mezunlarının %1,6’sı yoksul
Sürekli yoksulluk oranı %15,8 oldu
Konuta ilişkin en önemli problem izolasyondan dolayı ısınma sorunu oldu
Taksit ödemeleri veya borçları olanların oranı %67,9 oldu
Maddi yoksunluk oranı %30,3 oldu
Kısacası beklemelerimiz kendi sınıfsallığının içinde sonraya dairdir; böylece de hayata ve büyük ölçüde bu bağlamda umuda aittir…
***
Kimileyin hayat onu getirmese bile pes ettiğimiz, beklemekten usanıp, beklentileri çöpe attığımız da çok olur…
***
Şu sıralar ne çok da duyduğumuzdur, kulağa çalınandır, dile getirilendir…
“Bu memleketten hiç umudum kalmadı”!
***
Ne anlama mı gelir bu sözcükler?
“Artık ölmeye durmak vaktidir; yani ört ki ölem…”
Oysa böyle midir dersiniz…
***
Yaşadığımız, havasını kokladığımız, suyunu kana kana içtiğimiz bir coğrafyadan nasıl olur da vaz geçilir; geçilebilir…
İyi zamanlarında yemişlerini yiyip,
Bağlarından salkım üzümler devşireceğiz…
Altın başaklı buğdayını un, ekmek yapıp,
Yeşil ovalarında beslediğimiz kuzuların yünlerini eğireceğiz…
Sonra güneşinde ısınıp, sularında serinleyeceğiz…
Ve üç kuruşa sattığımız emeğimizin zenginliğine birileri daha da fazla el koyduğunda…
Yani gün gelip,
“Hava kurşun gibi ağır” sa…
“Hava toprak gibi gebe” yse…
“Bağır, bağır, bağır…” mak varken…
Uğrunda, Kerem gibi yanmak varken…
Hepsinden, her şeyimizden, kendi geleceğimizden serbest iradeylevazgeçeceğiz…
Hadi açık söyleyeyim; acı ama şerh düşeyim; elimizi taşın altına koymaktan kaçacağız…
***
Yok, böyle bir şey…
Olmaz böyle bir şey…
Yani umudumuz güneşli güzel günlere dair ise,
“Yarın yanağından gayrı” bir beraberlik ve paylaşılacak eşitlik dünyası var ise…
Yılan ve çıyan ve her deste börtü böceklerin toprağın bağrından sökülüp atılması gerekiyorsa…
Toprağı beraber işleyip ve yarını bu minval üzerine kurma günü orada bir şafakta duruyorsa…
Daha neyi bekliyoruz,
Şimdi yan yana safa durmak vaktidir…