Pandeminin çaresi bilimden geçiyor kuşkusuz…
Sadece pandemi mi?
İnsanlığın esenlik dolu gelecek umudu, hala yegâne çıkış kapısı olarak, bilimin nesnel gerçeklerinde yatıyor.
Durum buysa ve bilim denince de, aklımıza ilk gelen kurumlar yine üniversiteler, akademiler oluyor.
Yaratıcıları bilimciler olan ve bilginin yaratıldığı erdem kurumları…
Nazım Hikmet “Yaşamaya dair” şiirinin bir yerinde nasıl da güzel betimler bu vurguyu!
“…yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde...”
O, “beyaz gömleğiyle laboratuvarda, insanlar için ölebilecek olan”, bilimciden bir başkası mı?
O en zor koşulda bile bilimini savunmaktan geri basmayan ve bilimsel bilgi uğruna yaşamını feda etmeye yemin etmiş bilimci suretinden, acaba hayatın başka bir gerçekliği olan hangi kırıntı bulunmaktadır şimdiki zamanlarda…
Kuşku duyulmasın ki aslında, sayısı hayli azalmış olsa da, şu akademik dünya pazarında, bilimi hala ayakta tutan az sayıda bilimci ve erdem kırıntısı bulunmakta. Ama bilimci ve erdem işini bir mistifiksyon alanı kılmadan, bilimci maluliyetlerinden de söz etmek gerekiyor, şimdiki zamanlarda…
Daha önceleri bir yazı yazmıştım bu konuda … (*)
Şimdi oradan kimi alıntılar yaparak bir defa daha değinmekte belki de bir yarar var…
Akademinin üç maluliyeti…
Akademinin üç temel maluliyet ya da illeti bulunmaktadır. Bunlar konformizm, elitizm ve kariyerizmdir.
Hepsinin nesnel nedenleri ve sınıf aidiyetleri vardır. Tıpkı bilimin ideolojik temelleri olduğu gibi…
Bu sözcüklerin hepsi, başka dillerden Türkçeye aktarıldığı için, ilk duyanına da, okuyanına da muhtemelen bir şey ifade etmez.
Sokaktaki insan için neyse diyebilirim; ne çare ki bu sözcükler, akademideki insanların üstüne alındıkları kavramlar falan da değildir. Oysa illet, fevkalade yapışmıştır üstlerine; farkına bile varmak istemezler. Tıpkı, “derya içre olup, deryayı bilmeyen balık” gibi…
Haydi, şimdi kendimden alıntılarla yol yürüyelim…
Konformizm…
“Konformizm”, rahatına düşkünlük falan değildir. Hoş, tipolojisi içinde bunun da izleri vardır. Anca, konformizm tamı tamına bir “uymacı” lık işidir. Yani durumla uyumlu olma sürecidir. Sürünün içinde güdülme ve alanın dışına taşmadan, alan içinde kişisel huzurla ve verilen görevi itaaten sürdürme işidir. Konformist olan, ikna ve itaate açıktır. Savunamadığı ilkeleri ve değerleri, elinin tersiyle iter ve tebliğ edilen yeni değerlerin hızlı savunucusu olup çıkar. Çoğu kez de kraldan fazla kralcı kesilerek… Akademinin sağında solunda, önünde arkasında ne çok örneği içinde barındırmaktadır. Etrafa bakmak yeter…”
Neden bir illettir meselesine gelince…
Bir derin sendromun ilk semptomu olarak, bilimin nesnel gerçekliğini, tek başına kalınsa bile, savunabilir yetkinlikte olmanın tersi bir davranıştır da ondan. Yani deyimdeki gibi “uyaroğlu” olma durumudur. Yani sürünün içinde kalma dürtüsüdür. Zira bir güvence alanıdır. Belki itirazım olabilir; ama yine de siz çoğunluk ve/veya muhterem büyüklerimin dediğine uyarım, deme tercihidir. Böylelikle çıkıntı olmadan yaşayıp gitme ve hatta yükselme güvencesini sağlar…
Mesela, konformist edimler, kimi akademik yükseltme jürilerinin tipik davranışlarından birisidir. Mesela, akademik özlük hak ve hukukunun savunulmasında çoğu kez, “kaybol ve görünmez ol” ilişkilerinin cerahatli ilişkisidir. Ama yüksek katlar böyle istiyor nemelazımcılığının en şık sessizliğidir. Akademi camiası iyi bilir; uzmanlık eğitiminin, bilim doktorluğu unvanıyla eşdeğer sayılmasını vaz eden siyasi tercihlere, ses çıkaramama pişkinliğinin “akademikçe si” olan konformizmden başka bir şey değildir.
Sadece bu kadar mı diyenlere, yerim dar diyeceğim…
Elitizm…
Elit, seçkin anlamınadır. Elitizm de seçkincilik oluyor. Kısaca insan toplulukları içinde bir hiyerarşiyi belirler ve bir kişi veya azınlıkçılık yöneliminin, tezahür biçimi olarak ortaya çıkar.
Kendimden alıntıda, şöyle de yazmışım…
“Tarihi köklerini ve günümüzdeki bağlarını iyi bilmek gerekir. Her şeyden önce özel bir anlam ve yüklem taşır. Toplumsal ortalamanın dışındakilere yani bir azınlığa atfedilir. Bu azınlık kendine bir “değerleme” biçer. O da, üstün ve güçlü olma aidiyetidir. Sonuçta, her türden yönetimi üstlenme veya hakkından gelme becerisinin mülkiyetine de bu elitler sahiptir. Geriye kalan büyük çoğunluklara ise elitin, yani bir azınlığın onları yönetmesi gerektiğine inanmak kalır. Akademi dünyasında, böylesi kendinden menkûl ne çok da elit bulunmaktadır! İşin tuhafı, yönetilenlerin içinde elit olma ufku ve isteği o denli derindir ki, hasbel kader, ortalama içinden birisi atanarak seçkinci yöneticiler sınıfına terfi ettiğinde, geldiği dünyayı hemencecik unutma becerisini de mükemmel gösterir. Çünkü o, artık bir elittir; ve “ben neymişim abi” marazı, ciddi bir hedonistik duygu fırtınasıdır.”
“Kitaplarda seçkincilik; “normatif, klasik ve modern elitizm” olarak üçe ayrılır. Normatif yani düzgüsel veya ideal olarak belirlenmiş seçkincilik, arzu ve istek ögesi taşır. İde öznel olarak, “bütün yönetimler en akıllı ve en iyilerin elinde” anlayışına yaslanmaktadır. İşin felsefi anlamda kurucu babası da “Platon’dur”. Klasik elitizm olgusalcılığı tercih eder. Yönetim erki olarak seçkinciliği, toplumsal yaşamın kaçınılmaz ve değiştirilemez gerçeği olarak tespit eder. Böylece de toplumun diğer kesimlerine hem yapacak bir şey bırakmaz ve hem de huzur içinde sürünün parçası olmalarını vaz eder. “Vilfredo Pareto, Gaetano Mosca ve Robert Michels” işin kuramcılarıdır. Modern elitizm ise kökenini klasikten alır. Ancak bu türdeş seçkincilik, bir parça toplum rendesinden geçmiştir. Elit “oluşumunu/yönetimini” toplumun kaçınılmaz yapısından ziyade, belirli ekonomik ve siyasal ögelere bağlar. Bu bağlamayı yaparken de, “plüralizm, rekabetçilik ve demokratizm” kavramlarını alt başlıklar olarak sürece dâhil eder. Yani modernist seçkinciler, gövdesel bir bütünden ziyade parçalı hatlar boyunca seçkin olmayanlara da alan içinde ve kendilerinin öngördükleri kadar rekabet sınırı tanırlar ve buna da demokratizm atfederler.”
Akademide idari görevler bir tür elitizm görüngüsü de oluşturur. Atanmışlığın getirdiği terfi duygu karmaşaları, içinden çıktığı akademik toplumun son söz ve üst belirleyici odağı olduğu zehabını yaratır. İdari olarak, yani rektörlük, dekanlık gibi görevlerin seçimli olma biçimi, bu “elitizm” duygu durumunun bir dalga kıranı gibiydi. Zira seçilen, sadece eşitler arasından bir seçilmiş olan tercihini belirlerken ki, onun da çok arızalı tarafları olmuştur; ortadan kaldırılmasıyla, şimdi yerini püriten bir elitizme terk etmiş vaziyettedir.
Akademik elitliğe terfi etmek, konformist davranışları daha da tetikler. Yani iki kavram, birbirinin kurdu haline dönüşme riskini içinde taşımaktadır. Akademide, sınıf atlatıcı bir etki spektrumu yaratır. Atayana biatı derinleştirir; yönetilenler üzerinde de kraldan fazla kralın “Demokles kılıcı” etkisi oluşturur.
Doğal olarak da bilimini sonuna kadar savunan bilimci kimliğinin sönümlenmesi, illet tablosunun hazin göstergesi haline gelir…
Kariyerizm…
“Sırada, işin en gaddar semptomunu tanımlamaya geldim. Yani “kariyerizm” en arızalı kavramdır. Bir defa akademiden bahsedildiğinde, akademisyen denilen kimliğin yaptığı işi hemencecik “akademik kariyer” diye niteleriz. Vaziyet böyle olunca, akademik olarak okuryazarlık edinme ve geliştirilme süreçlerimizin tümü bir “kariyer hayatı” olarak betimlenmiş oluyor. Bu nasıl bir hayattır? Kelimenin kökü Anglo-Sakson dillerine dayanmaktadır. Fransızcası “gidilen yol, doğrultu” anlamını içerir. İtalyancada ise “araba yolu” anlamına gelir. Hepsinin kökeni olan Latincede ise “yük taşıtı” demektir. Böyle bakarsanız fevkalade masumdur. Akademik kariyer, akademik yol anlamındadır. Ancak bu yol engebelerle ve acımasız bir rekabetle doludur. Yani, büyük balık veya iyi olan, küçük balığı ve zayıfı yer. Hoş bunlar sadece akademiye de has değildir; ancak konuyu oralara uzatmamak gerekir.”
“Yol işi bu denli yalınken, “kariyerizm”, gidilen yoldan ziyade ulaşılacak noktanın önemsenmesini asıl hedef alır. Sonunda öz dönüşür ve başkalaşır. Akademide kariyeriz, bilimin yedeğinde ve onun kisvesine bürünerek, akademik konum, iktidar ve gücün bir edinim ürünü olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla bireyci ve bencildir. Bir popülerleşme aracı ya da akımıdır. “Parça ve göre” nin aradan sıyrılmasını temin eder ve seçkinciliğe geçişin aracı olur. Sonuçta kariyerist; bilimine inanma ve sahip çıkma nedensellik ve nesnelliklerini geride bırakır. Bilimini, bireysel olarak öne çıkma aracına dönüştürür; onu bir tercih edilme unsuru kılarak beğenilme, güç ve iktidar biriktirme işine yaslar.
“Sendromun her bir semptomu, sınıfsal aidiyetlerle ve onun ideolojik sonuçlarıyla işte bu denli malûldür. En önemlisi de akademinin ortak ideolojisi olmuştur. Kariyerist tutum; her soydan ve boydan inanç ya da kimlik görüntüsü içinden yaygın tek ve biricik bir görüntü oluşturmuştur. Sağcı, solcu; milliyetçi veya “o”cu, “bu”cu dinlemez. Vasatını bulduğunda, her kılığa bürünmekte tereddüt göstermez. Dolayısıyla, egosantrik ve kendinden beslenen bir gelişmeye en müsait tipik bir küçük burjuva kimliğidir.”
Günümüz koşullarında, akademik kariyerde, akademisyenin varması gereken nokta, bilimsel yetkinliğini derinleştirmek yerine, akademik performansını nicel olarak yükselten üreticiliğe terk etmiş görünmektedir. Örneği ve üzerinde en çok konuşulanı, makale sayıdır. Makalenin nitelik olarak bilime ne kazandırdığından çok, sayının artışı, akademi endüstrisinin vaz geçilmezi haline gelmiştir. Kuşkusuz, bu sayı meselesi, kendi başına yalın bir gösterge de değildir. Makaleye başka yazarlar tarafından da atıf yapılması ayrı bir değer ve pazar ürünü haline dönüştürülmüş durumdadır. Acı örnekler, bu aşamada giderek çoğalmaktadır. Araştırma ekiplerinin anlaşmalı gruplarla, karşılıklı atıf yapma müsamereleri, gündelik izlenceler haline dönüşmüş bulunmaktadır. Bunlara çare olsun diye getirilen indeks derecelendirme kuralları, bilim alanları arasında, arası kapanmayacak eşitsizlikler de doğurmuş vaziyettedir. Bunların teknik ayrıntıları bu yazının konusu olamayacağından elbette değinecek de değilim. Ama büyük bilimci algısı oluşturmanın bir arızalı yolunun da buradan filiz verdiğini vurgulamak gerekir. Velhasıl, bilim işinde sorun ve sıkıntı, tükenmeden artış gösterip gitmektedir.
Kariyerizm problematiği, bilimsel etik dışı büyük sayıda masa başı veri üretme sorunlarını da ortaya çıkarmıştır. Bu türden örnekler yakalandığında, kimilerinin üstünün nasıl örtüldüğü de pek çoklarımızın malumudur. Ama akademik tabu olarak, hepsi firavun mezarlarının içine gömülü hale de gelmiştir. Hem dünyada hem de bu memlekette…
Bir de akademik ortodoksi, bunların ortalıkta konuşulmasından da hoşlanmaz. En basitiyle kıskançlıkla suçlanmak, işten bile olmadığı için, susmak ve gözleri kapatmak adeta tek çıkar yol haline gelmektedir.
Bunca ağır sorunlarla boğuştuğumuz bir dünyada, bu yazılanların yeri var mı(?) diye soran çıkarsa, şunu söylemek gerekir mi acaba?
Akademiya, laboratuvarında veya kliniğinde kullandığı alet, edevat ve cihazdan, performansının kanıtı ve aracı olan dergi yayıncılığına ve bunların benzeri onlarca başka etkinlikleri düzenleyen bir sanayi oligarşisine bağımlı, bir pazar enstrümanı haline gelmiştir. Yani ve acaba, akademiya, ekonomik sistemin, kendini yeniden üretme sürecinde, iş bölümündeki yeri itibariyle, taşeron bir ara sınıf rolünün oyuncuları olarak, bilimini savunma erdemini hiçleştiren bir düzlem dekoru mu olup gitmektedir?
Kısaca, çuvaldızı başkasına batırmadan önce, akademik yabancılaşmamızda, iğnenin acısını tatmak zamanı, şimdi çoktan gelip geçmektedir.
Yoksa biz büyüdük ve kirlendi mi dünya?
------------------------------------------------