Birkaç gün önce, kızım telefonda Perşembe yazısında ne yazacağımı soruyor. Ne yazılabilir ki? Özgecan diyorum…
Mutlaka yazmalısın diyor!
Avukat olan kızım, Özgecan’ın ailesine savunmanı olmak üzere müracaat ettiğini söylüyor…
Bu ülkede bildim bileli Özgecan’lara, güzel insanlara ağlama bitmiyor…
Acının eksilmediği yerde zulme isyan bitmez. İnsanlığa ve emeğe yapılan zulümlere isyanın yeni Halit Çelenk’leri, aydınlığı savunmak üzere sıradaki yerini alıyor…
Gökyüzü bulutlu, gözyaşları boğazda düğümlü…
Birkaç gün öncesi kaleme aldığım ve paylaştığım kısa iletinin içinde şöyle bir cümle geçiyordu…
“Her gün yeni bir Özgecan ve başka bir son kurban istenmiyorsa, Özgecan’ların yürüyüş kollarının en başında pankart olmasına artık yeter demek gerekmektedir.”
Sözcüklerin bir şeyciklere yetemediği, kavrulan içlerimizin serinleyemediği, ölümün bile başka ve güzel biçiminin olduğunu düşündürten ve buna isyanı da içeren bir çağ yangınındayız ki, değme gitsin…
Özgecan’ın ailesini ekranda, taziye çadırındaki görüntülerde izliyorum…
İçimiz yanıyor desem de, o ananın, babanın, kardeşlerin yangınının yerini ne tutabilir…
Oysa ne arınmış ve yücelmişler. Oysa ne farklı bir insan olmanın yükselişine, evresine ermişler…
Baba; idam dâhil insanlık suçlarına yanıt olmayacak geri dönüşsüz cezalara karşı çıkıyor. O güzel kızın ölümünün, yanmasının, buradan açığa çıkan ışığın, insanlığın insan olma yolundaki aydınlanmaya katkı olacağını nümayişsiz ve vakurla söylüyor…
Böylesi dayanılmaz bir acı, bu insanları bu kadar mı güzel kılabilir (?) ve ne güzel ki, kılıyor…
İçim yanıyor…
Bütün gözyaşlarım artık serbest; içime dışıma coşkun bir ırmak ve sel gibi akıyor…
Olmayacak bir duanın, her seferinde ve hep beraber yapıldığına, bir ömür boyu tanıklık etmek ne zordur!
Ne zordur; balık hafızaları canlandırmak için filmi her seferinde biraz geriye sarıp, yakın geçmişin hatırlatmasını yeniden yapmak.
Ne zordur; bu kültürün salgısına bulaşmış, şimdilerde dincilikle daha da bulamaç yapılan erkek egemen bir zihniyetin son bulmasına niyaz faslından olmayacak dualar etmek…
Ne zordur; acının yakıcılığında kavrulurken ilk anın çaresizliğini, için içine büzülürken yaşamak…
İşte tam da böyleyken, bir yandan Özgecan’ın ailesine bakıp, ne zordur bu artık son olsun diye dilemek…
Artık Özgecan, bir umudun yeniden tazelenmesidir…
Yarına ve gelecek güzel günlere inanmanın abidesidir….
Türkiye meydanlara yürüdü; yürüyor. Özgecan’ın ölümü yeniden isyanlarını haykıran bir halkın kendi yarınına tutunmasının bir ilk işaretidir…
***
Oysa bu coğrafyanın insanlık hallerine dilediğimiz türden “son olsunlar” hiç yakışır mı?
Daha ödenecek diyetler olsa gerek ki…
Acımız bir daha kavruluyor…
Dün akşamın televizyon haber saatlerinde, İstanbul’un kar manzaraları ekrandan geçerken, yeni bir haber “tıpkı şaka gibi” gündemin ortasına düşüyor…
Gazeteci Nuh Köklü, Kadıköy’de, mahallesinde, kız arkadaşıyla sokağa, kızlı erkekli kartopu oynamaya çıkıyor. Arkadaşının attığı kartopu bir esnafın dükkânının camına geliyor…
Kırık cam, esnafın canını çok yakmış olsa ki, camın hesabı oracıkta Nuh’un canı alınarak ödetiliyor…
Nuh da, 2015 cinayet istatistiklerinin yeni bir öznesi olarak cami avlusundan, öte tarafa gözyaşları içinde uğurlanıyor…
***
Özgecan içimizi kavurmaya devam ediyor…
Başka Özgecanlar olmasın; bu son olsun derken, günün ilk ışıklarıyla ve bu yazı okunurken, gün boyu ayrıntılarını öğreneceğimiz günün son cinayet haberi, İstanbul’dan ve yine bir taşıyıcı (konteynır) içindeki parçalanmış kadın bedeni paketinin içinden geliyor. Katilin koca olduğu bir yeni ölüm, bir yerlerde, bir cetvele cinayet istatistiği olarak sessizce şerh düşülüyor.
***
Toplumsal cinnetin tuz biber fragmanı ise Meclis Genel Kurulu’nda yaşanıyor. AKP, yeni Türkiye diye tam gaz bir padişahlık rüyasına gömülmüş yol alıyor…
İlkini 2007 de yaşadığımız ve polisin yetkilerini yeniden belirleyen kanun düzeltmesinin bir yenisi için toplanan Genel Kurul’da, iktidardaki AKP, kaba güçte de en üstün olduğunu bir kez daha kanıtlıyor…
AKP vekil tayfası, muhalefet cenahından beş vekili sopalayıp, sakatlayarak, onlara gazi unvanı kazandırırcasına terör estiriyor. Sonra da kimi zorba vekil müsvetteleri, televizyon ekranlarına çıkıp, becerdiklerinin itirafını neredeyse gerinerek ve pişkince anlatıyor…
2007 kanun düzeltmesinde şu ifade çok önemliydi: “Kendi öngörüsü ve takdiri ile silah kullanma”…
Bu serbesti ne mi getirdi? Sekiz yılın bilançosu, polis kurşunu veya orantısız gücüyle sokaklarda can veren 183 yurttaşın hayatına bedel oldu…
***
Onların kanı öylece orada dururken, Haziran’ın güneş ve şehit gençlerinin hesabı, onları katledenlere değil, ailelerine ve AKP iktidarının düşman bellediği Hazirancılara ödetilirken, “yetmez ama” anlayışı bir defa daha devreye sokulup polisin her türlü yargısız infazı yapabileceği 132 maddelik kanun tadilatı Genel Kurul gündemine taşınıyor…
İktidarının zirvesinde olan bir tek parti diktatoryası, ülkede otoritesini arttırarak hüküm sürüyor.
Sultan adayı, artık ya sonuna, ya da sonuna geldiğini iyi biliyor.
Cülus törenini yapmak için ve Anayasa’da yazan Cumhurbaşkanlığının tarafsızlık meselesinin, aslında ağızda çiğnen bir sakız markası olduğunu hatırlatırcasına, ekranlara, gazete sayfalarına çıkıyor ve 400 milletvekili istiyor. Neden mi? İslamofaşist bir coğrafya yaratım projesinin, tek tasarımcısı ve müteahhidi olmak adını Anayasa’yı istediği gibi taşeronlarına değiştirtmek için…
Bu olmazsa, sonunun tepe taklak çakılmak ve oda sayısı bakımından içinde kaybolabileceği sarayından sürülüp çıkarılmak olduğunun pekâlâ farkında…
Tayyip hanedanlığı ve AKP’li şürekâsı, bu ülkeyi yönetememe zafiyeti çekiyor. Onun için daha fazla otoriterleşmeyi ve daha fazla diktatöryel yasalarla teçhiz edilmeyi sağlamaya çalışıyor… Hayır demeye çabalayan muhalefet temsilcilerinin kafasına kürsü tokmakları çakılıyor.
Nuh cam uğruna yok ediliyor…
Adını henüz bilmediğimiz parçalanmış kadın cesedi çöpe atılıyor…
Özgecan yakılıyor…
RTE, bu durumdan vazife çıkarıyor ve feministlerin bu dinden olmadığını buyuruyor…
Haziran seçimi böylece daha da önem kazanıyor…
***
Kıvranıp durmaya gerek yok. Kuşkusuz Haziran Hareketi için yegâne seçenek seçim, sandık falan değil. Ne ki faşizmin her geçen gün daha da güç kazandığı bir parti-devletinde, bu sürecin daha da geri dönüşsüz olmaması için sandıkta AKP’ye mutlaka bir şeyler söylenmelidir. Bunun içinde mutlaka akıllara bir geçit yolu bulunmalı, bu iş becerilmelidir…
Yoksa Özgecan’ların katili olmaya bizler de daha ortak olacağız…
Ve Haziran direnişi, seçimde ne yapılma meselesini bir de bu bağlamdan şimdi tartışmaya açıyor…
Tekrarda beis yok; bu arada üniversite hocaları, bürokratlar, üst düzey yöneticiler batan geminin mallarından yararlanmak, geride kalandan parsa toplamak adına koşarak AKP saflarına katılmaya çalışıyor…
Feys aleminde, AKP cenahına hesapça yüz vermez görünen kimileri de, arkadaşlık bahanesiyle AKP’li olmaya soyunan vitrin süslerini hayırlıma ve tebrik etme kuyruğunda birbiriyle yarışıyor…
Emekçi halkın, aydınlanmacı yarınların, an itibariyle görüntüsü, mal derdine düşmüş kasabın elinde, can derdinde debelenmeye denk düşüyor…
***
Dün paylaştığım küçük bir iletiye koyduğu adla, dostum Serdar Şahinkaya bu yazı için de bir başlık seçmiş oluyor…
Şiirsi dille yazılmış birkaç paragrafa, o “Haziran Güneşi” adını yakıştırıyor…
Bense ve eğer yazdıklarım şiirse, şiirin emekçisi güzel insan ve ozan dostum Nihat Behram’ın “Şiir Bitti” eserine bir kapı aralansın diye o satırları yazmış oluyorum. Erkan Baş da yazısına alıntıladı; Nihat’ın bu şiiri bir isyandır ve bütün şiirleri gibi mutlaka okunmalıdır.
Demem o ki, Haziran’ın yeni adında, Haziran Şehitlerinin yanında şimdi Özgecan ve Nuh da el ele tutuşup katılmış bulunuyor…
Bakalım o satırlar ne diyor?
“Daha önce çokça yaptığımız gibi... /Bu defa da sıra ondaydı... /Uyarına getirdik / Özgecan'a kıydık...
Bu defa da /Muhalefetin kafasını çekiçledik meclisin sıralarına
Ve bu defa da / Zorbalığı tescilleyen polis kanununu dayatıyoruz... / Kurulmakta olan padişahlık adına...
Ve sultanlığın ilanı için / Bu defa da 400 milletvekili istiyoruz...
Oysa bu defa da / Vakti gelmiştir çoktan / Zaman dolmalı / Yağma yok olmalı / Yağma durmalı
Ve "bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini
toprağa basıp doğruldukları zaman".
İşte o zaman / Haziran güneşidir doğacak olan...
İşte o zaman...
Ve şiir bitti...”